Charles Dickens’in belki de en iyi romanı olan, vefa ve fedakârlık üzerine yazılmış İki Şehrin Hikayesi’ni okuyanlar bilir. Fransız İhtilali’nin o dehşetli günlerinde eski rejimin adamı olarak görülenler, basit halk mahkemelerine çıkarılmakta, kendilerine müdafaa imkânı bile verilmeden itham edilip giyotine gönderilmekteydiler. Romanda mahkemeler tasvir edilirken, en ön sırada oturup bir yandan örgü örerken, bir yandan da “İdam!” diye bağıran halk temsilcisi sevimsiz Madame Defarge figürü dikkat çeker. Bu, hak ve adalet tanımayan, acımasız komitacı tipinin emsalsiz bir numunesidir.
Her inkılap/ihtilal muhaliflerini sindirmek üzere çeşitli tedbirler almıştır. Fransa’da, Rusya’da, Çin’de, Almanya’da da böyle olmuştur. Ankara hükümeti de 1793 tarihli Fransız İhtilal Mahkemeleri’nden ilhamla, çeşitli şehirlerde İstiklâl Mahkemesi kurdu. Bunlar 11 Eylül 1920-17 Şubat 1921; 23 Temmuz 1921-1 Ağustos 1922 ve 22 Ocak 1923-2 Mart 1927 olmak üzere üç ayrı devrede ve farklı gayelerle faaliyet göstermiştir.
Ankara hükümeti aslında İstanbul hükümetinden apayrı bir otorite olmasına rağmen, Padişah/Halife’ye hürmette kusur etmeyerek, onun namına siyasî iktidarı kullanıyor intibaını vermeye çalıştı. Ancak böyle düşünmeyen İstanbul, bir yandan Ankara’yı tatlılıkla yola getirmenin yollarını ararken, öte yandan halkı, neo-İttihatçı bir isyan olarak gördüğü bu harekete karşı mukavemete çağırıyordu. Bu meyanda hareketin bazı ileri gelenleri idama mahkûm edilmiş, hareketin ‘huruç ale’s-sultan’ (meşru hükümete isyan) olduğuna dair ulemadan fetva alınıp neşredilmişti. İstanbul’daki Osmanlı hükümetini meşru kabul eden halkın büyük bir kısmı, yıllardır süren harplerden de usandığı için Ankara hükümetinin askerlik ve sair mükellefiyetlerine uymayı reddederek dağa çıkmış, bir kısmı daha da ileri giderek silahlı isyana kalkışmıştı. Memleketin dört bir yanında patlak veren ve Ankara’yı hayli uğraştıran bu isyanlar, Anadolu’da bir iç harp manzarası arz eder olmuştu.
İstanbul’a itaatkâr görüntüsünün zaaf eseri olarak anlaşılmasını istemeyen Ankara, sözünü dinlemeyenlere karşı güç kullanmaya karar verdi. Bir yandan Kuva-yı Seyyare ve Kuva-yı Milliye adındaki mahalli milisler vasıtasıyla halka boyun eğdirmeye çalışırken, öte yandan da bunun kanunî zeminini teşkil etmeye girişti. Meclis açıldıktan bir hafta sonra 29 Nisan’da çıkarılan ‘Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nun ilk maddesi şöyledir: “Makam-ı muallâ-i hilâfet ve saltanatı ve memâlik-i mahrusa-i şâhâneyi yed-i ecânibden tahlis ve taarruzâtı def maksadına matuf olarak teşekkül eden büyük millet meclisinin meşruiyetine isyanı mutazammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsâdâtta bulunan kesân, vatan hâini addolunur.” Yani halifeliği, padişahlığı ve vatanı, düşmandan kurtarmak için kurulan Ankara meclisine fiilî, sözlü veya yazılı muhalefette bulunanlar vatan haini sayılır. Suçlu görülenler, işin vasfına göre ya asılacak ya da kürek cezasına konacaktır. Çerkez Ethem gibi milislerin, bu kanun çerçevesinde kendi kafasına göre cezalar verdiği gerekçesiyle 11 Eylül tarihinde çıkarılan ‘Firariler Hakkında Kanun’ çerçevesinde meclise bağlı “fevkalade” mahkemeler kuruldu. Anayasa “fevkalade” mahkeme kurulmasını yasakladığı halde, itirazlara mani olmak için bu mahkemelere “İstiklâl Mahkemeleri” adı verildi. İstiklâl gibi bir mefhuma kim ne diyebilirdi ki?