30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nde sınırlarla ilgili açık hüküm bulunmamaktadır. Buna rağmen Erzurum ve Sivas kongreleri beyannamelerinin birinci maddesinde yer alan “mütarekenâmenin imza olunduğu 30 Teşrin-i evvel 334 tarihindeki hududumuz dahilinde” ifadesi açıktan olmasa da bir sınırın “tasavvur ve kabul” edildiğini ortaya koymaktadır. Bunun daha açık ifadesi, “İtilâf devletleri tarafından işgal edilmemiş topraklar” olduğu idi. Bu sınırın Wilson ilkeleri ile İtilâf Devletleri’nin Ortadoğu’daki çıkarları göz önünde bulundurularak düşünüldüğü, açıkça belirtilmese de muhakkak idi. Ancak Misâk-ı Millî Beyannamesi’nde daha da ileri gidilerek bu işgal edilmemiş toprakların dışına çıkılarak yeni bir sınır tasavvuru yapılmıştı. Nitekim, 3 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Meb’ûsanı’ndaki özel toplantılarda ortaya konulan görüşlere baktığımızda, Misâk-ı Millî’nin sınırlarla ilgili hükümlerini anlamak mümkündü. Çünkü söz konusu milletvekilleri, bir “coğrafî vahdet” kavramından hareket ederek yeni Türkiye’nin güney sınırlarını belirlemekte ve bu sınırın “Anadolu’nun Irak’a uzanmış bir kolunu teşkil eden havali” dedikleri Birecik, Ayıntap, Maraş, Halep ve Kuzey Irak’ı içine aldığını söylemekteydiler. Diğer taraftan, Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldikten bir gün sonra Ankaralı ileri gelenlere yaptığı konuşmada, Türkiye’nin güney sınırı için bir sınır tesbiti yapmış ve bu sınır, Kerkük’ü de dahil etmesinden dolayı -çünkü, mütarekede Kerkük, düşman işgali altndaydı- “işgal edilmemiş topraklar” kriterinin dışına çıkan bir tesbit olmuştu. Buna göre sınır “İskenderun körfezi cenubundan Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus cenubunda Fırat nehrine mülaki olur. Oradan Deyr-i Zor’a iner. Ba’dehu, şarka temdit edilerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi ihtiva eder.”