Şimdilerde daha ziyade menfi anlamları çağrıştıracak şekilde kullandığımız “davetsiz misafir” deyimi biraz da (eski) Ramazanlardan kalma bir âdete, anlayışa ve yaşama üslubuna işaret eder. İftara yakın bir saatte kapınız çalınır ve tanıdığınız, tanımadığınız insanlar orucunu açmak için “çatkapı” sofranıza gelir kurulur. Gelen “Tanrı misafiri” dostunuzdur, komşunuzdur, tamamen yabancıdır, yolda kalmıştır, fakirdir, kimsesizdir, dilencidir, hastadır… Fark etmez, o “Tanrı misafiri”dir. İnsanlara “her geleni Hızır, her geceyi Kadir (gecesi) bil” düsturu öğretildiği için, ayrıca sadece aile fertleriyle iftar yapmak pek makbul olmadığından ev halkı da kadınıyla erkeğiyle ruhen buna hazırdır. (Çok yakın zamanlara kadar akraba ve dostlara habersiz iftara gitmek daha makbul kabul edilirdi, en azından bazı yörelerde, bazı aileler arasında. Böylece misafir olanla yetinecek, Ramazan günü ev sahibine de hususi zahmet verilmemiş olacaktı). Gelen davetsiz misafir sizinle eşit seviyede yuvarlak masaya oturacak (daire eşitliğe işaret eder), azına çoğuna bakmadan “Allah ne verdiyse” ortak tabaklardan birlikte yiyip içeceksiniz. Davetsiz misafirin çayını, kahvesini, tatlısını da verecek, seccadesini sereceksiniz. Sonra da “diş kirası” olarak cebine, heybesine bir şeyler koyacak, mütebessim bir eda ile “tekrar gel, bizi memnun ettin, birlikte Ramazan-ı şerifi ihya ettik” diye yola vuracaksınız… Bir de sessizce şükür, dua ve niyaz var: “Allah rızası için, çoluk çocuğumuzun sadakası için, geçmişlerimizin ruhları için… Allahım! Bize verdin, başkalarına da ver, kimseyi darda koyma.”
Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…