Salgın ortamı ülke içi dostluk ve dayanışmayı ne denli arttırdıysa, ülkeler arası güveni de o denli sarstı. Daha doğrusu, saygınlık ve güvenilirliği kendinden menkul nice büyük siyasî organizasyonun hiç de itimada şayan olmadıkları anlaşıldı. Aşı bir yana, maske gibi basit konularda bile ülke yönetimlerinin ne kadar bencil ve çıkarcı oldukları meydana çıktı. Salgının ferdî düzlemde yol açtığı nefs muhasebesi, örgütsel düzlemde pek görülmedi. Noam Chomsky pandemi vesilesiyle çocukluğunun atom bombalı acılı günlerine geri döndüğünü, çocukluk korkularının galiba tamamen yersiz olmadığını dile getirdi. Mesela Trump’ı dinlerken gözünün önüne o zamanki Hitler’in geldiğini ve bu fikirsiz sosyopatların insanlığın uçuruma doğru ilerlemesini hızlandırdıklarını belirten Chomsky, salgının diğer iki büyük tehdide nazaran daha kolay baş edilebilir bir felaket olduğuna inanıyor: Nükleer Savaş ve Küresel Isınma. Hatta salgın, “insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye iteceğinden” belki de hayırlı olacaktır.
Salgın sonrası muhasebe ve müzakerelerin bir benzerine 30 yıl önce komünist blok çöküp de liberal kapitalizm rakipsiz kaldığında şahit olmuştum. Genelde kapitalizmin ve Amerikan hegemonyasının zaferi olarak selamlanan “Berlin Duvarı’nın yıkılması”nı ben, kapitalizm ve demokrasinin zaferinden çok, 20. yüzyılda Anglo-Sakson dünyası karşısında iki kez başarısız olan Almanya’nın üçüncü bir şans için ayağa kalkması olarak okuyordum. O toz duman içinde iki düşünce öne çıktı veya çıkarıldı: Tarihin sonu ve medeniyetler çatışması. Belki de “tarihin sonu” ifadesinin şiiriyeti yüzünden, Fukuyama adlı genç bir Amerikan siyaset-bilimci umulanın çok fevkinde bir şöhrete kondu. Japon bir anne ile Amerikalı bir Protestan rahibin oğlu olarak Chicago’da dünyaya gelen Fukuyama, New York’ta büyümüş, Harvard’da okumuş ve Japoncayı bir türlü öğrenememişti. Harvard’daki yüksek lisans derslerinden birinde Japon siyaseti üzerinde çalıştıysa da, son derece sıkıcı bulduğu rivayet ediliyor. Bir ara Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan Fukuyama, sonra Rand Corporation’da ve bazı akademilerde görev aldı.
Herkes Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabı üzerinde yoğunlaşırken, bana göre onun esas akademik katkısı “İtimat” (Trust) başlıklı çalışmasıyla belirginleşti. Bu kitapta, bazı toplumların niçin diğerlerinden iktisaden daha başarılı olduğuna dair küresel ve kadim soruya cevap arıyordu. “Başarının anahtarı, ülkelerin toplumsal iltisak düzeyi, yani bireylerin birbirlerine itimat etme derecesi; ve bunun ailelerle merkezî yönetim arasındaki güçlü aracı kurumlardaki tezahürüdür” diyordu. Çalışmasında esas olarak altı ülkeyi ele alıyordu: Yoğun bir devlet-dışı sosyal kurumlar ağına sahip olmaktan ötürü “yüksek derecede itimat” hasıl eden üç ülke (ABD, Japonya, Almanya); aileler ile merkezî devletin ülkedeki güçlü kuvvetler olduğu, bu yüzden de “düşük itimatlı” diye tasnif edilen üç ülke (Fransa, Çin, İtalya). İngiltere ise tam bir paradoks: Çok sayıda ara kuruma sahip olmasına rağmen, aşırı sınıf karşıtlıklarından ötürü, birçok komünal örgüt biçimleri orada doğru dürüst çalışmıyor.
Fukuyama’ya göre, Amerika uluslararası itimat liginde aşağı doğru kayıyor. Şiddet suçlarıyla dava sayılarındaki artış bunu açıkça gösteriyor. Anne babalar şimdi çocuklarına “yabancılara güvenmemeleri gerektiğini” aşılıyorlar. Ne var ki, ırk meselesi ile sınıf meselesini ayrı değerlendirmek gerekir. Sınıf farkı işleri daha da zorlaştırıyor, zira işletmeler idarecilerle işçilerin etkileşimine bağlıdır. İktisadî bakımdan, Amerika’daki ırksal bölünme daha az önemlidir, zira zenciler işin başından itibaren iktisadî hayatın merkezine alınmamışlardır.