Kardeş

Antep sokaklarında oynarken sık sık düşer, dizlerini kanatırdı. Ağlardı, teselli ederdim. Göz yaşları içime akardı.

Sonra trenle Eskişehir’e varış. Tünellere girdiğinde kompartımanın perdelerini koparırcasına indirişimiz (sonunda kopmuştu), bir çuval hıttı yiyişimiz, yüzlerimiz kararmış vaziyette Bursa garajına inişimiz, sırtımızda çantalarla karşıdan karşıya geçerken yere kapaklanışım, bu defa onun beni kaldırmaya çalıştığı Ağustos ânı…

Sonra Bursa… Ve ahşap evlerin ekşi kokulu merdivenleri. Taş sokaklarında koşmaz, uçardık. Evlerin bahçesinden ayva kopartır, dut silkelerdik. Döngel ve incirle sonbahara dönerdi mevsim, erikle bahara.

Mektep yıllarımız, yaz tatillerimiz, askerliklerimiz, evlenmelerimiz, çoluk çocuğu karışmalarımız, onun Urfa’ya dönmesi, benim İstanbul’a gitmem, Bursa büyüsünün çözülmesi… Derken baba ve annelerimizi sıranın bize geleceğini bilmeden ahiretin kapısına uğurlayışımız; ahiretin kapısına yani Emirsultan Mezarlığına…

Son yıllarda hastaydı… Tedavi oluyordu… Hastane, doktor, kemoterapi… Derken 25 Ocak sabahı saat 11 civarında hatıralarımızın kristal dükkanına bir fil gibi dalan o çıngıraklı haber: Mehmet Emin Armağan öldü…

Ne? Nasıl? Neden? Kırılanlar neydi içimde? Dökülenler ne? Ayağıma batanlar, ellerime saplanan kasılmalar, en kötüsü de boğazımdan hafızamın köprülerini ele geçirmeye savlet eden cam kırıkları… Cam çiğnenir mi hiç diyeceksiniz? Kardeş kaybedince çiğneniyormuş… Çiğneniyor, hem de dışarıya kızılcık şerbeti içtim bile deniliyormuş. Yaşadım…

Ben bir kardeş yitirmedim sadece, dünyamın tam yarısını yitirdim. Haberi sıcakken, Urfa’dan uçakla getirdiğimiz cenazesini mezarına itinayla yerleştirirken dahi hissetmedim gerçeğin acımasız soğukluğunu. Bunlar da bizim tozlu Antep sokaklarında düşüp dizlerini kanattığı zamanlardakine benzer bir oyun gibi geldi bana. Kanıyor, abi diyemedi, acıyor abi de diyemedi.

Yalnız itiraf edeyim ki, mezardayken bahaneyle elledim kefenin içindeki ayaklarını, üşümüştü. Sarılıp ısıtmak istedim. Çekti, evet çekti ayağını, toparladı kendisini, hissettim bunu. İspatlamak zorunda değilim kimseye. Öyleydi çünkü. Bu deni dünyada daha fazla kalmak istemedi muhtemelen. Veya Rabbim onu bizden daha fazla sevdiği için erkenden berzah alemine çekti aldı…

Hastanede kablolara bağlı yatarken yanına gidenler anlattı: Kendine geldiği vakitlerde tuğla istermiş arkadaşlarından, teyemmüm edip namaz kılmak için.

Elhasıl bu satırların yazarı bir kardeş değil, bir garip yitirdi. Garip geldi Mehmet Emin, dünyanın örtüsünü açmadan garip gitti vesselam…

Ne mutlu o gariplere…

Benzer konular