20. asrın başında coğrafyamız üzerinde dönemin egemen güçlerinin çizdiği politik sınırlar sadece “politik” sınırlardır. Ekonomik, stratejik, dinî ve kültürel nihaî sınırları yalnızca Tanrı çizebilir. Egemen güçler zulme ve baskıya başvurmaksızın “etnik” sınırlar da çizemezler. Osmanlı İmparatorluğu “politik” açıdan yoktur; fakat kültürel, dinî, ekonomik ve stratejik açıdan 20. yüzyıldan önceki kadar vardır ve diridir. Cumhuriyetimizin kuruluş hamlesini tescil eden uluslararası anlaşmalar Osmanlı’nın mirasını Anadolu’ya hapsetmiştir. Lozan, Sykes-Picot prangamızdır. Şu günlerde ABD, AB ve Rusya gibi egemen güçler Osmanlı’nın mirası topraklarda yeniden “politik” sınır çizme manevraları yapıyor. Boşuna! Dinî, kültürel, stratejik ve ekonomik ve etnik, folklorik sınırlar çizemeyecekler!
III. Selim’den beri çözemediğimiz köklü ve temel bir meselemiz var. Bu sorunu şöyle formüle ediyorum: Nasıl aynı zamanda hem modernleşebilir, hem de kendimiz kalabiliriz?
Bu mesele “modern Batı’ya açılma” tecrübemizden doğmuştur. Soru ölümcüldür ve cevabını vermek hem “teoride”, hem de pratikte zordur; çünkü “modernleşme” ile “kendisi kalma” arasındaki ilişki paradoksal bir ilişkidir. Pastamızı hem yiyip hem de saklamamız zordur. “Modernleşme” biz ve modern-Batı dışındaki toplumlar için bir akültürasyon (başka bir kültürü temellük), “kendisi kalma/olma,” bir enkültürasyon (kendi kültürünü temellük) sürecidir.
Devamı Derin Tarih Nisan Sayısında…