Taçlıvirüs yüzünden evlerimize kapandığımız şu günlerde kafamı en fazla meşgul eden soru şudur: Aydın ne işe yarar? Televizyona bakıyorum, bir kısmı benden yaşlı birçok insan iş peşinde koşturuyor. Ya açılacak dükkânı vardır, ya taşınacak yükü. Evde oturun demek kolay, işlerini yapmazlarsa aç kalırlar. Oysa ben evden çıkmadan da çalışabiliyorum; okuyor yazıyorum, yazıyor konuşuyorum. Sonuç: İnsanların ne karınlarını doyuruyor, ne üst başlarına yarar bir eşya üretiyor, ne de başlarını sokacak bir ev inşâ ediyorum. Sadece okuyor, yazıyor ve konuşuyorum. Tabiî şöyle teselli ediyorum kendimi: Konuşup yazdıklarımla insanları aydınlatıyorum (kendim aydınım ya!), onlara hayat ve işleri hakkında daha doğru kararlar vermelerinde ışık tutuyorum. Bu kadarı benim de karnımın tok, sırtımın pek olmasına yetmez mi? Hiç değilse Foucault’yu okumamış olsaydım, bu lakırdıyı kendim de yutardım belki. Ama artık çok geç! Fransız fikir arkeologundan öğrendiğim temel hakikat, (modern) tarihin çoğu liberallerin savunageldiği üzere akılcılık, özgürlük ve ilerleme yönünde seyretmediğidir. Bunların yerine akılcılık (rationality), kafesleme (confinement) ve denetim (control) kelimelerini koymamız daha uygundur. Akılcılık her iki durumda da ortak gözüküyor, çünkü (hayalî) özgürleşme de, (gerçek) denetleme de hesap kitap gerektiriyor. Toplumlar bir egemenin iktidarından (sovereign power) kurtarılıp bireyin özgürlük görüntüsü altında ehlileştirildiği iktidara (disciplinary power), nihayet bütün toplumun bir tek kalıba sokulduğu biyo-iktidara (biopower) mahkûm ediliyor.2 Bu sürecin en önemli boyutu, bilgi ve bilgin’in bir iktidar aracı haline gelmiş olmasıdır. Yani taçlıvirüse değilse de, taçlı hükümdâra hizmet ediyoruz. Halife Ömer’i kılıçla doğrultacak ashabdan eser kalmamıştır. İşte fiyakamı bozan, tesellime zehir katan gerçek bu!