Hz. Peygamber (sas) ve ashabının ihtimam gösterdiği ehliyet prensibine sonraki dönemlerde yeterince ehemmiyet verilmediği anlaşılmaktadır. Bu prensibe riayet edildiğinde toplumda refah ve memnuniyet artarken, önemsenmediği dönemlerde liyakatsiz görevlilerin hoşnutsuzluğa yol açan hatalar yaptıkları bir gerçektir. Bu sebeple göreve getirilecek kişilerin hakkaniyet ve adalet ölçülerini esas alan objektif kriterlerle belirlenmesi önemlidir.
Dinî bir kavram olarak ehliyet, kişinin sorumluluk üstlenme ve haklarını kullanma yetkinliğini ifade eder. Örneğin dinî sorumluluk, o sorumluluğu üstlenebilecek yeterliliğe sahip olmayı gerektirir. Ehliyet kişiye yetki vermeyi sağladığı gibi onun dinî ve hukukî mesuliyeti yerine getirebilecek vasıflara sahip olduğunu da göstermektedir. Bir kişinin ibadetle mükellef tutulmasından evlilik ve ticarete varıncaya kadar her türlü sosyal, ekonomik ve hukukî sorumluluğu için ehliyet aranır.
Yüce Allah insanı sorumluluk üstlenmeye uygun, yani ehliyet sahibi olarak yarattığını şu şekilde bildirir: “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir” (A‘râf, 172). Allah katında sorumluluk için ehliyet şarttır. Böylece insanın ameli, Allah’a karşı sorumluluğunun bir neticesi olarak hesaba tabi olacaktır: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız” (İsrâ, 13).
Kullukta olduğu gibi insanın toplumdaki sorumlulukları da ehliyet kavramı çerçevesinde değerlendirilir. Yasalar karşısındaki mesuliyeti açısından pozisyonunu ehliyet belirler, belirlemelidir. Allah Elçisi’nin tebliğ ettiği din, kulun davranışlarının hem dünyada karşılığının olacağını, hem de ahirette hesaplarının verileceği prensibi çerçevesinde bir ahlak sistemi oluşturmuştur. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisâ, 58). Bu emrin en güzel uygulamalarını şüphesiz Allah Elçisi yerine getirmiş, onun ashabı da buna riayet etmeye çalışmıştır. Bilhassa atamalarda bu hususa önem gösterilmiştir. Ehliyetin ortaya çıkmasını sağlayan prensiplerden biri meşverettir. Bu sebeple Hz. Peygamber imkâna göre bazen dar, çoğu zaman da geniş çerçeveli meşveret toplantıları yapardı.
Bu sünnet kendisinden sonra sahabe tarafından da ciddiyetle uygulanmıştır. Mesela Hz. Ebubekir (ra) halife olduğunda icraatlarında daima Allah’ın kitabını ve Allah Elçisi’nin faaliyetlerini ölçü alacağını şu veciz konuşmasıyla ifade etmiştir: “Ey insanlar! Sizin en faziletliniz olmadığım halde idare işinizi üzerime aldım. Bildiğiniz gibi Kur’an nazil olmuş, Peygamber de sünnetlerini ortaya koymuştur. O, Kur’an ve sünneti bize öğretti, biz de öğrendik. Biliniz ki, en büyük akıllılık takvadır. En büyük ahmaklık ise doğru yoldan çıkıp günah işlemektir. Gasp edilen hakkını alıp kendisine teslim edinceye kadar zayıf olan kimse benim nazarımda en güçlünüzdür. Gasp ettiği hakkı kendisinden alıncaya kadar da güçlü olan kimse, benim nazarımda en zayıfınızdır. Ey insanlar! Ben sadece kendinden önceki bir rehbere tabi olan biriyim, yoksa yeni bir şey icat eden biri değilim. Şayet bu idare işini güzel yaparsam bana yardım edin! Yok, eğer doğru yoldan saparsam beni doğrultun” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 167).