19. yüzyılın ilk çeyreğinde değişen dünya düzeni İran’ı da derinden etkiler. 1794-1925 yılları arasında yaklaşık bir buçuk asır İran’a egemen olan Kaçar hanedanlığı 1896 yılına geldiğimizde Muzafferüddin Şah tarafından yönetilmektedir. Şah’ın saltanatta kaldığı yıllar emperyalist devletlerin aynı senaryoyu neredeyse bütün İslâm coğrafyasında tatbik etmeye çalıştığı bir döneme rastlamaktadır. Ülkenin giderek emperyalist güçlerin kontrolüne girmesi, Batı’ya verilen imtiyazlar, borç anlaşmaları ve Şah’ın hastalığı dolayısıyla yaptığı Avrupa seyahatlerinin faturası ciddi tepkilere yol açmış ve süreç nihayetinde 1905-1906 tarihli meşrutiyet hareketi ile sonuçlanmıştır. Özellikle 1900 Mart’ında Paris’e yaptığı seyahat İran sineması için hikâyenin başlangıç noktasıdır. Bu seyahate özel fotoğrafçısı Mirza İbrahim Han Akkasbaşı ile katılan Şah, Avrupa’da sinematograf aletlerini birebir inceleyerek bu hareketli fotoğraflardan çok etkilenir ve bu makinelerin İran’a alınmasını emreder. Ayrıca Mirza İbrahim, Şah’ın Belçika’nın Ostend şehrinde düzenlenen Çiçek Bayramı’ndaki görüntülerini kayda alır, böylelikle İran’ın ilk sinemacısı olur.
Muzafferüddin Şah ile birlikte saraya giren sinema, Mirza İbrahim’in ticarî anlamda ilk sinema salonunu açmasıyla halkla da buluşur. Sinema her ne kadar yönetim tarafından desteklense de muhafazakâr dindarlar suretin canlanma fikrine karşı çıkarak sinematograf makinelerinin ülkeden çıkarılmasını istemiştir. Monarşi ile ulema arasındaki fikir ayrılıklarının ayyuka çıktığı sırada İran, emperyalist ülkelerin müdahalelerine maruz kalır. Bu sürecin sonunda Kaçar hanedanlığının devri son bularak, 12 Aralık 1925 tarihinde Rıza Han meclis tarafından “şehinşah” ilân edilmiştir. Böylelikle 1979 yılına dek otoriter ve faşist bir yönetim benimseyecek Pehlevî hanedanlığının kurulmasıyla İran’da Şah dönemi başlamış olur.
Rıza Han modernleşme hareketlerine öncelik verilir. Önce Şiî ulema devlet yönetiminden tasviye edilir, ardından yapılan kıyafet inkılaplarıyla birlikte pek çok din adamı da hapisle ya da sürgünle cezalandırılır. Bu nevi sert tedbirlerle İran’ın Doğulu-dindar kimliğinden kopartılarak daha modern ve modaya uygun Pers faşizmine yönelmesi için çalışılır. Şah bu reformları hayata geçirirken İran’da halihazırda var olan ve gelişen sinemayı kendi ideolojisini yaymak amacıyla güçlü bir silah olarak kullanmıştır. Öyle ki, bir süre sonra sinema adeta ritüelleri olan bir ibadet şekline dönüşür. Her film gösteriminden önce halkı hazırola geçirerek millî marş dinletmek ve ardından Pehlevi’yi öven görüntüleri seyrettirmek bir zorunluluk halini alır.
Aynı yıllarda Türkiye’de olduğu gibi İran’da da ithal Avrupa filmleriyle halk Batılı hayat fikrine alıştırılmaya çalışılır. Özellikle filmlerden öğrendiklerini gündelik hayata taşımak isteyen kadınların durumu ulema sınıfının sert tepkilerine yol açarak kısa süreliğine de olsa sinemaların kapatılmasına neden olur. 1933’e gelindiğinde İran’ın ilk uzun metraj yerli filmi olarak kabul edilen ve kendi döneminde seyredilme rekorları kıran Lor Kızı, devrim öncesi sinemanın anatomisi açısından büyük önem taşımaktadır. Film o dönem çarşaf ve peçe gibi kadınlara ait dinî yükümlülüklere karşı oluşturduğu nefret diliyle bir anti-propaganda yapmıştır. Filmin gösterime girdiği yıl kadınların çarşaf giymesini yasaklayan Pehlevi’nin modernleşme idealini desteklediği için de Lor Kızı, Şah dönemi sinemasının simgesidir.