Başkanlık Sisteminin tarihimizdeki izdüşümlerini görebilmek için öncelikle İslam öncesi Türk tarihine göz atalım. Devletin başında kağan, han, hakan gibi unvanları taşıyan yöneticiler bulunurdu. Yönetim sistemi, yazılı olmayan ve “töre” denilen bir hukuk sistemine dayanırdı. Devletin bekası, toplumun huzur ve refahı için hanın birinci görevi töreyi korumaktı.
Eski Türk hükümdarlarının otoritelerinin kaynağı Tanrı’dan geliyordu. Kendilerini Tanrı tarafından seçilmiş olarak görüyorlardı. Bu anlayış onlara büyük bir meşruiyet de sağlıyordu. Bu nedenle hakanlar, Tanrı’nın himayesinde olduklarını topluma sık sık hatırlatırlardı. Orhun Abidelerinde bunu net bir biçimde görüyoruz. Hakan devletin başıydı ancak bu, tek adamın keyfi yönetimi anlamına gelmiyordu. Töre sistemin belirleyici unsuruydu ve sistemin sağlıklı işlemesi için törenin gücüne ve herkesin ona tâbi olmasına ihtiyaç vardı.
Türklerin İslamiyeti kabulüyle yerleşik hayata geçiş hızlandı. Törenin İslamın tevhid inancına ve Kur’an’ın temel ilkelerine aykırı olmayan unsurlarının yanına bir de şer’î hukuk eklendi. Böylece Türk boyları daha kurumsal ve güçlü devletler kurdular. İslamın vazettiği siyasî bir sistem yoksa da meşveret ve şura sistemi vazgeçilmez telakki edilirdi.
Şura sistemi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde divanlar aracılığıyla işlemiştir. Tanzimat’a kadar devlet işlerini Divan-ı Hümâyûn yönetmişti. Tanzimat’la birlikte başlayan değişimler ve çağın ihtiyaçları doğrultusunda 19. yüzyılda Meclis-i Mebusan kurulmuş, böylece şura sisteminin işleyişi değişmiştir. Şura prensibi öyle güçlü bir fonksiyon icra etmiştir ki, şer’î hükümlerin bulunmadığı konularda meclisin aldığı kararlar meşru ve hukukî kabul edilmiştir.