1. Kimler yaptırdı?
Ayasofya, 4. yüzyılda putperest mabetlerin yerine ahşap çatılı bazilika biçiminde bir yapı olarak inşa edilmişti. Genellikle bu ilk yapının I. Constantinus’un eseri olduğuna inanılır ise de, kilise ancak onun 337’de ölümünden sonra oğlu Constantius döneminde bitirilerek, açılışı 15 Şubat 360’da yapılmıştır. Ayasofya (Hagia Sophia), Hıristiyan üçlemesinin (ekânim-i selâse) ikinci unsuru ‘oğul’un bir vasfı olan mistik ilahî hikmet (sophia) mefhumu adına kurulmuştu. Patrik Ioannes Khrysostomos’un İmparatoriçe Evdokia’nın gazabına uğrayarak sürgüne yollanması yüzünden çıkan bir ayaklanmada 20 Haziran 404’te yanan kilise, II. Theodosius tarafından daha büyük olarak yeniden yapılıp 10 Ekim 415’te tekrar ibadete açıldı. 1935’te Prof. Dr. A. M. Schneider tarafından, binanın batı tarafında yapılan kazıda, üzerlerinde havarileri temsil eden kuzu kabartmaları olan büyük blokların bu ikinci yapının giriş cephesine ait olduğu kabul edilir.
İmparator Iustinianos (527-560) aleyhine çıkan Nika (Zafer) ayaklanmasında 13-14 Ocak 532 gecesi Ayasofya bir defa daha yandı. Iustinianos, durum düzeldikten hemen sonra kilisenin yeniden yapımına girişerek, bu işle Batı Anadolulu 2 mimarı, Trallesli (Aydın) Anthemious ile Miletoslu (Söke yakınında Milet-Balat) Isidoros’u görevlendirdi. Mısır, Suriye ve Anadolu’daki putperest yapılardan çıkarılan işlenmiş sütunlar ve çeşitli yerlerdeki taş ocaklarından getirilen malzeme, çağının bir kaynağının bildirdiğine göre, 100 ustabaşının idaresindeki 10.000 işçinin gayretleriyle işlendi ve inşaat 5 yıl sonra tamamlandı; açılış 27 Aralık 537 günü yapıldı.
2. Nasıl Yapıldı?
2 mühendis mimar, yaklaşık 77 x 71 metre ölçüsündeki Ayasofya’yı erken Hıristiyan dönemin dinî yapılarında uygulanan, batı-doğu ekseni üzerinde 2 destek dizisi ile uzunlamasına 3 sahna (nef’e) ayrılan bazilika planında yapmakla beraber, orta mekânın üstünü, köşe pandantifleri ile esas kabuğu şişmiş bir yelken gibi bir bütün teşkil eden ve çapı 31-33 metreyi bulan büyük elips bir kubbe ile örtme yoluna gitmişlerdi. Her ne kadar geç Roma İmparatorluk dönemi mimarisi çapı 30 metreyi aşan kubbeler yapmış ise de, bunlar yuvarlak dış duvarlı binaların üstlerine tencere kapağı gibi oturuyordu. Hâlbuki Ayasofya’da statik bakımdan tamamen değişik bir sistem uygulanmış ve kubbenin orta nef’inin 4 büyük payesine dayanan, 4 büyük kemere oturması sağlanmıştır. Bu, o vakte kadar hiçbir mimarın düşünmediği veya bu ölçüde bir binada cesaret edemediği çok cüretli bir uygulama idi. Büyük kubbe kitlesinin baskısını karşılamak üzere, batı-doğu ekseni üzerinde, kademeler halinde alçalan ve baskıyı önce 2 yanına, bunların da her birini 3’e bölen yarım kubbeler (batıda 2 yarım kubbe ve 1 tonoz olacak şekilde) yapılmıştı. Hâlbuki yanlarda, kuzey ve güneyde kubbenin baskısı, galerilerde yan duvarlardaki pâyeler, sütunlar, kemerler ile tonozlar yardımıyla karşılanmıştı. Bu ölçüde ve zemin planı bu tertipte olan bir yapıyı, bu derecede büyük bir kubbe ile örtmek büyük cesaret işi idi. Statik bakımdan bu ağırlığı çok güç karşılayan Ayasofya, gerek Bizans, gerek Osmanlı döneminde, duvarlarına dışarıdan eklenen büyük destek payandalarının yardımıyla bugüne kadar ayakta kalabilmiştir. Nitekim 577 yılındaki şiddetli deprem sonrasında, 7 Mayıs 578’de büyük kubbenin diğer tarafının çökmesi üzerine, ilk mimarlardan Isidoros’un yeğeni genç Isidoros, kubbeyi öncekine nazaran 6,25 metre kadar yükseltmek ve ana kemerlerin köşelerindeki küresel üçgenleri (pandantifler) ayrı geçiş unsurları yapmak suretiyle örtü sistemini değişmiştir. Böylece tamiri tamamlanan kilise 24 Aralık 562’de yeniden açılmıştır.