Cesaret bir tarihçide aranacak vasıflardan sayılmaz ama bu ülkede tarihçi cesur olmazsa söyleyecekleri boğazında düğümlenip kalır. Aynı şekilde güzel yazmak da tarihçiliğin olmazsa olmazlarından değildir ama müzmin okuma tembelliğimiz göz önünde bulundurulduğunda kalemin pırıltısı cezbeder okuru. Keza tarihi tatlı bir üslupla anlatmak da bir yazarın niteliklerinden değildir ama okumaktan çok dinlemeye meyyal bir toplumda güzel konuşmanın kalp ve zihinleri hakikate açtığına şahit oluruz.
İşte merhum Yavuz ağabey bu üç vasfı kendisinde birleştirebildiği, bir de bunlara yüreğini, samimiyetini, tarihin içinden geliyormuşçasına kükreyen sesini katmayı bildiği için cesaretiyle, kalemiyle, kelamıyla, en önemlisi kurucu başkanlığına aday olduğu “Yürek Devleti”yle yüzbinlerin, hatta milyonların kalbinde taht kurmayı başarmıştı.
Gerçi bunu başarmak hiç kolay olmadı. Toprak çoraktı, besleyecek gübre lazımdı, bulup üzerine yaydı. Çapalanması gerekiyordu, elleriyle çapaladı. Fidanlar lazımdı; buldu, dikti, yüreğinden estirdiği güzellik rüzgarıyla ve o rüzgarın getirdiği gümrah bulutlardan akan bereketli yağmurlarla suladı. Adım adım dolaştı Anadolu’yu; yetmedi Avrupa’daki vatandaşlarımıza uzattı elini, dilini, kalbini. Böylece neredeyse bir ömür boyu bu topraklarda kimliği ve şahsiyeti olan bir orman yetişmesi için emek verdi.
Topraklarımıza içinden yağmur sağdığı bulutlar tarih diyarından sökün ediyordu. Yaşanmış tarih yaşanması gerekenleri öğretiyordu gençliğe. Buhara Yanıyor’da içimize çöreklenen sancı Sunguroğlu’nun bükülmez şecaatiyle dengeleniyor, Osman Gazi’nin alplerinden Yavuz Sultan Selim’in Hilafet sancağına, Sultan IV. Murad’dan son kitabı Şeyh Şamil’e uzanan baş döndürücü bir tarih galerisi uzanıyordu önümüzde.
Altı ayrı mahlasla yazdığını söyleyip kendisini küçümsemeye kalkanlara “Ortada yazar mı vardı ki! Eli kalem tutan birini buldu mu millet her şeyi yazmamızı istiyordu. Ben de beşe, altıya bölünerek bu eksiği kapamaya adadım kendimi” demişti.
Yavuz Bahadıroğlu bu milleti çarpıtılan tarihiyle değil, hakiki tarihiyle yüz yüze getirmenin formülünü bulmuştu. Diriltici formülü “tarihin yüreğine dokunmak”tı. Bunu hikâye ve romanlarıyla, köşe yazılarıyla, diyar diyar dolaşıp verdiği konferanslarla, beraber sunduğumuz TVNet’teki “Tarih Atlası” ve “Derin Tarih” ile Akit tv’deki “Kayıtdışı Tarih” gibi televizyon ve radyo programlarıyla, velhasıl hemen her yolu deneyerek yaptı. İnsana, yüreğe dokundu ve şahsiyetli olmanın ne kadar önemli olduğunu propagandacı tarihin altında ezilmiş bir kitleye büyük tarihini hatırlatarak ve yaşatarak anlattı. Sadece akla değil, kalbe dokunan tarihi dile getirebildiği için de yüzbinler, hatta milyonlarca okura ulaşmayı başardı.
Velhasıl yazı dünyamız hâlâ Ahmed Midhat Efendi’lere muhtaç. Yavuz Bahadıroğlu’nun tarih üzerinden bir milleti diriltme gayreti milyonların yüreğine dokunabildiği için hepimize örnek olmalı. Unutmayalım ki kalp sarayı dünyadaki saraylardan daha uzun ömürlü. O güzel yüreğin atışlarının içimizde, hafızamızda, konuşmalarımızda devam edeceği muhakkak.
Yunus Emre öyle dememiş miydi:
Ölür ise ten ölür,
Canlar ölesi değil.
Bize daima ölmeyenlerin hikâyelerini anlatan Yavuz ağabeyin ölmesi mümkün mü?
Ne demişti Mevlana:
“Gül bahçesine giren gül olur, gül olamazsa da gül kokar.”
Rabbim cümlemize onunki gibi gül kokan ölümler nasip etsin. Mekânı cennet olsun.
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…