Türkiye’de imparatorluktan cumhuriyete geçişle birlikte tarihimizde köklü bir dönüşüm yaşanmış, bu tebeddülat tarih yazımına da sirayet etmişti. Yeni rejimin tesisiyle birlikte sistemin tabii olarak meşruiyetini temin etmek isteyen ‘kurucu babalar’ı sunî bir tarih oluşturmaya soyunmuştu. Bu usul kimi zaman George Orwel’in 1984 romanını andırırcasına tuhaf bir hâl alırken, bu tarih yazımına itiraz edenler onu “resmî tarih” olarak isimlendirmişti.
Demokrasiye geçişle birlikte muhalif seslerin nispeten neşriyatta sesini duyurmaya başlamasıyla resmî tarihin karşısına “gayr-ı resmî, anlatılmayan, söylenemeyen, bilinmeyen” hatta “yalan söyleyen” tarih gibi tanımlamalar çıktı. Daha çok milliyetçi-muhafazakâr camianın dillendirdiği bu iddialar, önceleri “rejim muhafızları” tarafından reddedilse de ortaya çıkan vesaik bu durumu inkârı gayr-ı kabil bir hâle getirmiştir. Böyle olunca resmî tarih tezlerine kendilerini yakın hissedenler, üsluplarını yumuşatmaya başlamış ve geçiş safhasında bu tip müdahalelerin olabileceğini dillendirmiş, hatta Osmanlı tarih yazımında bile yanlı manipülasyonlara rastlandığını söylemişlerdi. Peki hakikaten böyle miydi? Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun da bir resmî tarihi, bir de anlatılmayan tarihi var mıydı?
Osmanlı’daki tarih yazıcılığında bu fonksiyonu icra edebilecek tek müessese vak’anüvislik olarak görülebilir. Zira vak’anüvislik, 18. asrın başlarında ortaya çıkmış ve imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiş resmî tarih yazıcılığının adıdır. Fatih Sultan Mehmed döneminde ihdas edilip Kanûnî Sultan Süleyman zamanında devamlı bir memuriyet hâline gelen şehnameciliğin de devamı mahiyetindedir. Her ne kadar Bekir Kütükoğlu aralarında hem muhteviyat hem de ortaya koyduğu eserler bakımından ciddi farklılıklar olduğunu belirtse de, her iki dönemi resmî tarih yazıcılığının iki ayrı evresi olarak değerlendirmek mümkündür.
İlk şehnameci Şehdî, Fatih döneminde eserini yazmakta başarısız olmuştur. Osmanlı’daki tarih yazıcılığının tuğyan ettiği II. Bayezid döneminde ise hükümdarın isteği üzerine İdris-i Bitlisî Heşt Behişt, İbn Kemâl Tevârih- i Âl-i Osman’ı kaleme almıştır. İsmail E. Erünsal’ın sistematik olarak üzerinde çalıştığı İn’amat Defteri’nde II. Bayezid’in mezkûr şahıslara tarih sipariş ettiği açıkça görülmektedir. Bu eserlerden Heşt Behişt, Farsça kaleme alınmış olup çok da orijinal bilgiler ihtiva etmemektedir. İbn Kemâl (Kemâl Paşazâde) ise tarihimizde bir dönüm noktasını teşkil edip, eserini meseleler arasında sebep-netice münasebetini kurarak kaleme almıştır. Her bir hükümdara bir defter ayrılmış olup bazı defterler bugün elimizde eksik, bazılarıysa kayıptır.
Kanûnî zamanında Şehdî’nin tamamlayamadığı Şehnâme-i Âl-i Osman’ı Ârifî Fetullah Çelebi ikmâl etmiş, eserin “Süleymannâme” kısmını ise Kireçcizâde Gubârî yazmış, Ârifî de nazma çekmiştir. İlk resmî şehnameci olan müellif, Hünernâme isimli bir kitap daha yazsa da tamamlayamamış, kendisinden sonra şehnameci olarak tayin edilen Eflâtun bin Şirvanî’nin de bitiremediği eseri, halefi Seyyid Lokman b. Hüseyin itmam etmiştir. 27 yıl şehnamecilik yapan Seyyid Lokman Hünernâme’den başka Selimnâme, Şehinşahnâme, Zübdetü’t-Tevârih ve Zafernâme gibi birçok eser kaleme almıştır. Ardından Talikîzâde Mehmed Subhî iki mensur, bir de manzum eser (Şehnâme, Şehnâme-i Hümâyun, Eğri Seferi Şehnâmesi) yazmış; akabinde Hasan Hükmî on yıl şehnamecilikte kalsa da bir eser vücuda getirememiş ve böylece resmî olarak şehnamecilik bitmiştir.