KONUŞAN: SAMET TINAS
Uzun zamandır mûsikî üzerine dersler verip yazılar yazıyorsunuz. Mûsikîyi diğer sanatlardan ayıran hususlar nelerdir?
Bir âhenk sanatı olarak mûsikî, kâinatın ve bütün varlığın muhteşem âhenginin insan elinde ve “insanî yaratıcılık” içinde vücud bulmasıdır. İnsan fıtratının mûsikî, melodi ve ritme yatkınlığı söz konusu. Bu yatkınlığı başka sanatlarda bu kadar açık bir şekilde görmek zordur. Bu yatkınlık, evvelâ insanın bu varlık âleminin önemli bir unsuru olmasıyla ilgilidir. Önemli bir unsuru demek, meleklerin secde ettiği “Âdem”e haksızlık olabilir, varlık âleminin kendisi için var edildiği “eşref-i mahlûkât” olan insan demek sanırım daha doğru olacaktır. Şeyh Gâlib’in söylediği gibi insan, zübde-i âlemdir, yani âlemin özüdür. Âlem kusursuz ve muhteşem bir âhenk ile yaratılmıştır.
Müzikten hareketle, bütün varlık âleminde en küçük bir çelişki, eksiklik ya da hataya yer vermeden ve çok ince hesaplarla bu muhteşem âhengi var etmek, bütün kâinatın ve varlık âleminin, muazzam ilim sahibi, eşi, benzeri, ortağı bulunmayan tek bir yaratıcının varlığının yani “lâ ilâhe illallah”ın kozmik anlamda ispatıdır. Allah, Rahman suresinde; “Güneş ve Ay bir hesab iledir” buyurarak bu ince ve hassas hesap hakkında bilgi verir. Güneş ve ay, en yakınımızda, gözümüzle görebildiğimiz varlıklar olduğu için kâinatta var olan bütün gezegenlerin de bir hesap ile yaratılmış olduğunu öğretir. Hiçbir varlığın kendi kendini yaratması mümkün değildir. Zaten kendisi de “yaratılmış” olan tabiatın, herhangi bir şeyi yaratması mümkün değildir. Bir an öyle olduğunu varsaysak bile, varlığın her birinin farklı formlarda yaratılmış olması, onların tasarlanarak yaratıldığını gösterir. Tabiatta ise kendi kendini “tasarlama”, “hesaplama” ve “âhenkli yaratma” kudreti yoktur. Bu Beethoven’ı reddedip dokuzuncu senfoninin kendi kendini bestelediğini söylemek gibi komiklik derecesi yüksek, gerçeklik derecesi düşük bir şeydir. Başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda görebildiğimiz bu muhteşem âhenk, adeta “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikretmektedir. Zaten âyette de beyan buyurulduğu gibi “Bütün yaratılmışlar, kendi lisanları ile Allah’ı zikretmektedirler.” Uçsuz bucaksız varlık âleminde bütün varlığı birbirleriyle âhenkli yaratmak, ortağı olmayan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bir yaratıcının varlığını adeta gözümüze sokarak göstermektedir.
Müziğin âhenkle bir irtibatı olduğunu söyleyebiliriz…
Kesinlikle… Mülk suresinde; “Yedi göğü tabakalar halinde yaratan O’dur. Rahman’ın bu uyarmasında bir âhenksizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner” buyurarak varlık âlemini nasıl kusursuz bir düzen ve âhenk içinde yarattığını anlatmaktadır. Bu kusursuzluk varlık âleminde “âhenk” demektir. Kâinattaki âhenk, “Lâ ilâhe illallah”ın açık göstergesidir. Müzikteki âhenk, Pythagoras’ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır. Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah’ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah’tan uzaklaştırıcı değil, Allah’a yaklaştırıcı bir vesile olabilir. Bu söylediklerim, işin birinci kısmını anlatmaktadır. Mûsikî; melodi, ritm ve âhenk demektir ve bir âhenk ortaya koyar. Nefha-i ilâhî ile can bulmuş insan, bütün varlığı âhenk ile yaratan Allah’ın “varlığı âhenkli yaratma”sı sebebi ile, âhenkli bir iç âleme sahiptir. İnsan, eski feylezofların tâbiri ile “âlem-i sagîr”dir… yani “küçük âlem”dir yani “mikro kosmos”… ve “âlem-i kebîr’in” yani büyük âlemin (makro kosmos)” âhengi ile aynı özellikleri taşır. Mûsikî bir âhenk ilmidir. Kâinat yani âlem-i kebîr âhenktir… insan yani âlem-i sagîr de âhenktir. Âlem-i sagîr, yani insan, içindeki âhengi mûsikî ilmi ve sanatı ile ifade eder ya da mûsikî, âlem-i sagîr’in âhengidir.
Buna bir de sûfîlerin getirdiği güzel bir izah vardır ki bu beni çok etkilemiştir. Sûfîler Elest bezmi ile ilişkilendirerek şöyle bir izah getirmiştir: “Elestu bi-Rabbikum?” şeklindeki ilâhî hitâbı keyfiyetsiz ve şekilsiz olarak dinlendikten sonra, o ilâhî hitâbı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hazret-i Âdem’in yaratılmasından ve zürriyetinin dünyaya gelmesinden sonra, bu gizli sırlar, zuhur eden halden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hâle gelir. Bunlar sevgi ve aşkları ezelden beri Allah için ve Allah ile olan, irfan sahipleridir. (…) Bundan dolayı mûsikîde saklı olan gizli sırları idrak eder ve hazlarını alırlar. Şüphesiz ki “Elest” hitâbını işitmiş olma sırrı, bütün canlıların tabiatında mevcuttur. Onun için her cins kendi tabiatına uygun bir şekilde semâ eder, semâ’dan kendi himmeti nispetinde hisse alır.
Bütün bunları birlikte düşündüğümüz zaman, zannederim mûsikînin insan için ne mânâya geldiği ve diğer sanatlarla kıyas edildiğinde nasıl bir sanat olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yani özetle diyebiliriz ki bir âhenk ilmi ve sanatı olarak mûsikî, varlığın âhenginin yansımasıdır.