Muhterem Hocam, gelenekli sanatlarımıza ilginizin nasıl başladığını anlatır mısınız? Genç bir lise talebesi, niçin hatta, ebruya, tezhibe ilgi duyar?
Benim içimde bu hususta bir meyil hep vardı. Çocukluğum ve gençliğim Üsküdar’da geçtiği için, baktığım her yerde gördüğüm eserlerin kitabeleri, kabristanlardaki taşlar, camilerin yazıları, çeşmeler ilgimi çekerdi. Bütün eski eserlere karşı yüreğimde daima bir yakınlık duyardım. Yıllar geçtikçe, bu yakınlık büyüdü. Mesela, bir hatıram vardır hiç unutmadığım: Haydarpaşa Lisesi’nde okurken, Üsküdar’dan Kadıköy’e doğru güzel havalarda bazen yürürdüm. Baytar Mektebi’nin yakınında, ana cadde üzerinde, etrafı çevrili bir mezar ve üzerinde bir taş görürdüm. Yıllar sonra, Osmanlı Türkçesi okumayı öğrenince fark ettim ki, orası bir namazgâhmış. Taş da kıble yönünü gösteren kıble taşıymış. Mahir (İz) Hocam, bana “Sen meraklısın, ama bunun anahtarını öğrenmezsen boşuna gayret olur” dedi. 1953’te böylece Osmanlı Türkçesine başladık. Ondan önce, elifi görsem mertek sanacak seviyedeydim. Çünkü bizim çocukluğumuzda böyle şeylere müsaade yoktu, yasaktı. Sonra açığı kapatmaya çabaladık işte. Hele Üsküdar’da olmam hasebiyle, karşıma bir de Necmeddin (Okyay) Hoca çıkınca…
Siz “geleneksel sanatlarımız” yerine “gelenekli sanatlarımız” demeyi tercih ediyorsunuz. Okurlarımız için, bunun sebebini açıklar mısınız?
Ben Türkçeye saplanan, Türkçeyi katleden “-sel”, “-sal” eklerine düşmanım. Bizim gençliğimizde bu ekler, çok nadir kullanılırdı. Bir kelimenin aslı Arapça ise, ona asla ilave edilmezdi. Mesela şu anda “tarihsel” diyorlar; eskiden “tarihî” denirdi. Şimdi her kelimenin sonuna bu ekleri getiriyorlar. Bazen işitiyordum da, “Bu kelimenin sonunda ‘sel’in ne işi var?” diyorum. Üniversite hocaları bile böyle kullanıyor. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun bir sözü vardı: “Türkçeyi sala koyup sele verdiler.” O hale getirildi maalesef. Ben bu duruma düşmemek için, eserlerimin hiçbirinde “-sel” veya “-sal” ekiyle biten kelimeler kullanmamışımdır. Tek istisna kumsal ve uysal kelimeleridir. Onlar da zaten geçmişden kalmadır.
“Geleneksel” deyince, vaktiyle geleneğe bağlı olarak yapılan bir sanatın, eski halinden hiç taviz vermeden, değişmeden ve adeta taklit edilerek bugüne gelişi anlaşılıyor. Hâlbuki “gelenekli” dediğimiz zaman, eskiden istifade eden, ama kendisi de üzerine yenilikleri ekleyen bir anlayışı kastediyoruz. Ben bu sebeple “gelenekli” demeyi tercih ediyorum.
Makalelerinizi topladığınız 4 kitaplık serinin adı “Ömrümün Bereketi”. Gerçekten de ismiyle müsemma bir eser olduğunu görüyoruz okuyunca. Bu ismi vermek kimin fikriydi?
Bunun için hiçbir düşüncem olmamıştı. Bu serinin hazırlanmasını bana Kubbealtı’nın başkanı Sinan Uluant teklif etmişti. “İsim de bulalım” dedi. Ben kendilerine 15 isim teklif ettim. İçlerinden biri de “Ömrümün Bereketi” idi. Nihayetinde bu isim beğenildi.
“Ömrümün Bereketi” serisinin dördüncü ve sonuncu kitabının başında, muhterem eşiniz Çiçek Hoca’nın bir takrizi var. Orada “Eski makaleleri toplamaya ne gerek vardı? Bunlar zaten yayınlanmış. Yeni eserler vermeye odaklanmak daha iyi” şeklindeki eleştirilere cevap verilmiş.
Bu kitaplarda bir araya getirdiğim makalelerim, artık hiçbir yerde bulunmuyordu. Makalelerde aktardıklarım da, benim kendi hocalarımdan bizzat öğrendiğim ve işittiğim şeyler.
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…