KONUŞAN: DERİN TARİH
Munise Şimşek: Hocam kitaplarınızda çokça vurguladığınız bir husus var. “Tasavvufun ortaya çıkışı çok daha eskilere dayanmakla birlikte tarikatların ortaya çıkması Osmanlı’yla başlamıştır. Bu sebeple Osmanlı dönemini farklı bir şekilde ele almak gerekir” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Açmaya çalışayım. Tasavvuf tarihini biz Hz. Peygamber’den (sas) başlatıyoruz. Peygamber derviş miydi? Peygamberin tarikatı mı vardı? Tabii ki değildi, yoktu. Ama bu işin mayası orada, Asr-ı Saâdet’tedir. Asr-ı Saâdet’te mezhep kelimesi olmadığı gibi tarikat adı da yoktur. Ama tohum oradadır. Bu tohum aynen toprak altında bekleyen tohumlar gibi iklim/kültür şartları müsaade ettiğinde yeryüzüne çıkacak, orada neşvünema bulacak, çiçek açacak, meyve verecektir. Mezhepleri ve tarikatları bendeniz böyle düşünüyorum. Ama tohum önce yer altında bir çile dönemi yaşamalı ki, ondan sonra rahmetle birlikte yukarıya çıkabilsin. “Hz. Peygamber devrinde tarikat veya mezhep mi vardı?” gibi sorulara böyle cevap vermek istiyorum. Tabii ki bugün anlaşılan tasavvuf daha sonraki yüzyılların gerçeğidir. Tarikatları ise sizin de dediğiniz gibi Osmanlı devrinde başlatabiliriz, hatta bazen biraz daha geriye Selçuklu devrine de götürebiliriz. Yani Selçuklu devriyle birlikte o tohum teşkilat olarak neşvünema bulmaya başlıyor. Çünkü o zamanlar tasavvuf elbette var. Yani tasavvufî ahlâkı, tasavvufî eğitimi anlatan mutasavvıflar ve metinler, tekkeler var. Tekke, Hicrî 2. yüzyılda müstakil bir kurum olarak ortaya çıkıyor.
Devam edelim: Nasıl bütün bu mezheplerin, tarikatların, neşvelerin tohumu Asr-ı Saâdet’te ise cami, medrese, tekke gibi bütün yapıların mayası da Mescid-i Nebevî’dedir. Böyle yorumluyorum. Mescid-i Nebevî, bütün tekkelerin, bütün mescidlerin, bütün medreselerin, bütün sosyal güvenlik kurumlarının anasıdır, tohumudur. Bütün bu kurumlar oradan neşvünema bulmuştur. Mekke ümmü’l-kura=şehirlerin anası, Mescid-i Nebevî ümmü’l-müessesât=kurumların anasıdır.
Tasavvuf tarihinin mühim bir unsuru olan tarikatlar ise ancak beş asır sonra tarih sahnesine çıkıyor. Yani bugün bildiğimiz meşhur tarikatlardan Mevlevîlik, Bektaşilik, Kâdirîlik, Rifaîlik, Yesevîlik vs… bütün bunların pîrlerinin vefatı miladî 1200’lü yıllardır. Ahmet Yesevî, Ebü’l-Vefâ el-Bağdâdî gibi bazıları 1100’lü yıllarda yaşamışlardır ama çoğunluk 1200’lü yıllarda yaşamıştır. Bu zatların hiç biri tarikat kurmak için kolları sıvamadığına göre vefatından sonra bu çark dönmeye başlayacaktır. Dolayısıyla bu tohum Selçuklu ile atılıyor. Osmanlı devrinde neşvünema buluyor, kök salıyor, yayılıyor, yaygınlaşıyor, kurumlaşıyor ve tasavvuf kültürü de böylece topluma mâl oluyor. Çünkü daha önceki asırlarda bu kadar güçlü değil. Bunu vurgulamak için Osmanlı’ya vurgu yapıyoruz. Haliyle başkent Bursa’ya vurgu yapıyoruz. Niye? Çünkü bir devletin ilk başkenti olmak demek bütün ana kurumlarının zuhur ettiği mekan demektir. Gayet tabii bu kaçınılmaz bir şey. Osmanlı döneminin bütün kurumlarının ilkleri buradadır, bu topraklardadır. Osmanlı bizim şimdi/şu anda bulunduğumuz yerlerden 6 Nisan 1326 da şehre girdi. Karşı taraf Pınarbaşı Mezarlığı’dır. Burası Bursa’nın ilk mezarlığı. Fetihte şehit olanlar buraya defnedilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı medeniyetinin sacayağı diyebileceğimiz kurumları yani ilk tekkeleri, camileri, medreseleri bu şehirde kurulmuştur. Bu açıdan Osmanlı, Bursa’yı atlayarak anlaşılacak bir şey değildir. Onun için buradan başlamak ve buradan yürümek lazım.
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…