KONUŞAN: ÖZLEM KOCUKELİ ÖZBAY
Tarihçi Anahide Ter Minassian Ermeni diasporanın büyük bir diaspora olmasının altında “soykırım” gerçeğinin yattığını, Ermeni diasporasının hayatta kalmak için kullandığı 1915 olaylarıyla ilgili iddiaların, bütün Ermenilerin isteklerinin kesişme noktasını oluşturduğunu belirtiyor. Bu açıdan bakınca, Ermenilerin ulusal kimliği ile soykırım argümanı arasında ne tür bir bağ var? Diğer deyişle, soykırım meselesinin Ermeniler için psikolojik anlamı nedir?
Lozan Antlaşması imzalanmadan önce bile asimilasyon korkusu açıkça görülüyordu: ARF lideri Avetis Aharonian, 1923 yılı Mart ayında, Fransız Dışişleri Bakanına -başka bir seçeneği olmadığı için- 25.000 Ermeni çocuğunu alma teklifini kabul ettiğini bildirmişti. Bu çocuklar ABD okullarında tamamen asimile edildiler. Dilin kaybedilmekte olduğunun çok açık biçimde ortaya çıktığı 1960’ların ortalarına gelindiğinde bu korku daha da güçlü idi. Ayrıca 1960’lı yıllarda -Eichmann’ın Kudüs ilk mahkemesinde (1961) ve daha sonra da temyiz mahkemesinde (1962) yargılanması bağlamında, ABD’deki siyahîler hareketlerinin doğuşunda, Afrika’nın sömürgelikten kurtuluşunda, Altı Gün Savaşlarında (1967) vs.- kimlik olarak kurban olmanın ve bu noktadaki rekabetin uluslararası fenomen haline geldiğini vurgulamak gerekir.
1945-48 yıllarında, Kars ve Ardahan’ı talep eden Stalinist kampanya esnasında, Ermeni diaspora grupları tarafından “soykırım” kavramı zaman zaman kullanılıyordu, ama sınırlı kalmıştı. Kavramın yaygın kullanımı 1960’ların ortasında başladı. NATO’nun istikrarını bozmak isteyen Sovyetler Birliği ile (Sovyet füzelerinin Küba’dan çekilmesi karşılığında ABD nükleer füzelerinin Türkiye’den çekilmesiyle çözülen Küba nükleer krizini hatırlayın) Avrupa Topluluğu’nun (Türkiye’nin adaylık başvurusu 1959 yılında yapıldı ve ilk ortaklık anlaşması 1963 yılında imzalandı) çıkar çatışmasının bir sonucuydu. Aynı zamanda Ermeni diasporası (Ermeni Devrimci Federasyonu, Hınçak Ramkavar, Gregoryen Kilisesi) asimilasyondan kurtulmayı arzuluyordu (örneğin Gregoryen Kilisesi, Katolik Kilisesi’nden farklı olarak millî bir kilisedir). Bu asimilasyon korkusu açıkça dile getirildi. Hatta radikal unsurlar bunu “beyaz soykırımı” olarak adlandırdı. Daha doğrusu asimilasyon korkusu, yalnızca dilin kaybı ve kilisenin ağırlığının azalması değil, aynı zamanda (1920’lerde Türkiye dışına yerleşmiş Ermeniler ve torunlarının) diğer milletlerle evliliklerinin artmasının bir neticesiydi. ABD’de ve daha çok Lübnan’da Ermeni milliyetçilerinin, bilhassa Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (ARF) duruşu çok güçlüydü. ARF o tarihlerde Lübnan’ın çoğunluk partisi Ketaib’in ortağı idi (ancak 1975-90 yılları arasındaki iç savaş Lübnan’ı önemsizleştirdi). ABD’de sayısız güçlüklere rağmen 1960’ların ortalarında partinin Moskova yanlısı tavra dönmesine kadar, ARF, SSCB’ye karşı CIA ile bağlantılıydı ve güçlü bir militan tabanına sahipti. Üstelik Ermenilerin oyu 1960’ların başı gibi erken bir tarihte Amerika’da bir realite idi. Bu nedenle oldukça hızlı bir biçimde taraftar bulabiliyordu.