KONUŞAN: MUNİSE ŞİMŞEK
Hocam öncelikle hayırlı olsun diyelim. İslâmcıların Siyasî Görüşleri’nin ikinci cildinden yaklaşık bir yıl sonra, geçen Kasım ayında Sözü Dilde Hayali Gözde’nin bir bakıma ikinci cildi Dağ Ne Kadar Yüce Olsa yayınlandı. Yakın dönem düşünce tarihine odaklanan, uzun süreli araştırmalardan süzülen, akademik yönü ağır basan bir çalışmayı şahsî izlenimlere, gözlemlere, hatıralara yaslanan ve edebi zevki kamçılayan portreler takip etti. Bir düşünce tarihçisinin mesaisinin bir kısmını portrelere ayırmasının sebeb-i hikmeti nedir?
Akademik metin yazma dışındaki yazma biçimlerini, hususen deneme ve hatırat türünü önemseyen biri olmakla beraber netice itibariyle ben edebiyatçı değilim. Dolayısıyla yazdığım deneme ve portre yazılarında muhtemelen düşünce tarihi unsurları ve meseleleri bir şekilde öne çıkacaktır, öne çıkabilir. Bence bir mahzuru yok, umarım okuyucular için de yoktur. Bulunduğum yer ve ilgilendiğim meseleler dolayısıyla, onlar üzerinden portre yazarlığına bazı farklı unsurları dahil ettiğimi de düşünüyorum. Dipnotları bile oluyor bazan bu yazıların! Bu baştan bütünüyle hesap ettiğim bir şey değildi fakat oraya doğru gitti. Yazmanın da, yazıların bir kaderi, bir akışı var.
İki yazma biçimi arasında ne tür farklar olduğunu düşünüyorsunuz?
Akademik metin soğuktur, mantıki bir silsile takip etmek zorundadır, şahsiyat ve hissiyat pek kabul etmez. Halbuki deneme ve hatırat aksine sıcak, subjektif, serbest, hissî olabilir. Önemli olan güzel ve kıvrak olması, okuyucuyu içine dahil ederek sahiplenmesine imkân verecek gözenekleri haiz olmasıdır. Düşünce tarihi unsurları, hatta bazen yumuşak tenkitler burada adeta eriyik olarak vardır diyebilirim. Bazen ikisini de ayrı ayrı yaptığım oluyor; Hamidullah hoca hakkında hem portre yazdım hem de bazı tenkitler de içeren akademik bir metin kaleme aldım. İkisinin öncelikleri, akışları ve üslupları çok farklı. İlki Sözü Dilde’de, ikincisi Bir Mesele Olarak İslâm 2’de yer aldı. Meraklı genç okuyucular bu ikisini karşılaştırarak okuyabilir. Bekir Topaloğlu hoca için de öyle sayılır; Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’daki portresi ile İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz kitabındaki onunla ilgili kısım arasında hem üslup hem de muhteva itibariyle epeyice mesafe vardır. Birinde yaptığınızı muhtemelen öbüründe yapamazsınız.
Otobiyografik tarafları da olan bu tür metinlerden beklentiniz nedir? Bu türler yazar için hangi kapıları aralar, ne tür imkânlar sunar?
Beklenti değil de arayış diyelim isterseniz. Portreye konu olan kişi başkası ama onu biri yazıyor, hem de biyografi formunda değil hatırat tarzında, daha kıvrak, daha hissî bir dille. Dolayısıyla bu tür metinlerde yazarın gördükleri, hissettikleri, öne çıkardıkları, şahsi tarafları daha bir görünür olur. Muhtemelen bilerek bilmeyerek geriye ittikleri de önemli olmalı. Ayrıca portre var portre var. Anne portresi ile hoca, meslektaş, arkadaş portresi öncelikleri, hissiyatı ve üslubu itibariyle aynı olmayacaktır, olmamalıdır.
Edebi ve sanatlı metin türüne giren yazıların daha imkânlı, tahmin edilemeyecek kadar açılımları, gözenekleri olan metinler oldukları şüphe götürmez. Bu bakımdan akademik metinle karşılaştırılamazlar. Onun için okuyucu arayışları ve kapasitesi ölçüsünde bu metinlerin gözeneklerinden birçok yere açılabilir, çok yönlü istifade edebilir.
Dikkatimi çeken başka bir husus, kitapta yer verdiğiniz isimlerin büyük bir kısmını hatırat yazmaları konusunda teşvik ediyorsunuz, bazılarının yayın sürecine rehberlik ediyorsunuz. Sizi aynı zamanda bir nevi “hatırat avcısı” yapan hangi sebeplerdir?
Bazılarının hatıralarını önemsiyorum bazılarının da imkânlı metinler yazmasını… Cumhuriyet devri dini hayatının, laiklik politikalarının birçok yönü hâlâ karanlıkta veya buğulu camların arkasında olduğu için hocaların, İlahiyat ve Diyanet mensuplarının hatıralarını yazmasını önemsiyorum. Ama diyelim ki Ayşe Şasa’nın hatıralarının başka kazanımları da olabilir. Ayrıca benim kanaatime göre Anadolu’nun gittikçe kaybolan maddi ve kültürel özellikleri, dini hayatı, zengin dil ve ifade biçimleri, insan unsuru, hayata bakışı, yaşama üslubu, tabiatı, suyu, çiçeği, böceği, patikası, dağı, evi yeteri kadar yazılmadı. Köy hayatı olan eğitimli insanların bunları yazmaları onlara terettüp eden bir vazifedir, doğduğu-büyüdüğü yere bir vefa borcudur diye düşünüyorum ama bunu da anlatmak, hissettirmek kolay olmuyor. Köylerden çıkıp gelen birçok arkadaşımız, akademisyen, edebiyatçı-dilci, mimar, ziraatçi, tarihçi köylerine, memleketlerine karşı vazifelerini yapmadılar kanaatindeyim. Köyünün dil varlığını yazan kaç tane edebiyatçı ve dilci var yahut mimarisini yazan mimar, çiçeklerini yazan…
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…