KONUŞAN: SAMET TINAS
Yakın zamanda çıkan ‘Kuruluş Sarmalı’ndan Kurtulmak isimli kitabınızda “Kuruluş sorununun bizzat kendisi bir sorundur” hükmüne varıyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?
Bununla kabaca iki şeye itiraz ettiğim söylenebilir: Birincisi, akademik literatürün, ama ondan etkilendiği söylenebilecek popüler Osmanlı algısının da, Osmanlı tarihini sanki genel dünya tarihiyle hiç alakası olmayan, kendi kendisiyle alakalı olarak kalan, kendi hususi bir tarihi olan bir vaka olarak değerlendirmesi. Sanki Osmanlı, Söğüt’te yol yordam bilmez, herhangi bir kültürü olsa da dünya tarihi için ehemmiyet arz etmez birilerinin kurduğu, el yordamıyla gelişmiş ve yıkılışına kadar da öyle kalmış bir kuruluş olarak sunuluyor. Bu sunumda Osmanlı’nın her şeyi pragmatik ve deneysel. Hiçbir geçmişe bağlı değil; bağlı olsa bile bunu da kendi pragmatizmi için olabildiğince keyfi bir şekilde kullanan bir Osmanlı portresi bu; hatta her şey olabilen ama bir kendisi olamamış bir Osmanlı portresi.
Dünya tarihi derken, biri tarihsel, diğeri de analitik iki ayrı meseleye işaret ediyorum. Tarihsel olanı, Osmanlı’nın ortaya çıkışı dönemindeki tarihî bağlamın unutulması veya Osmanlı’nın daha çok, örneğin Bizans’ı tevarüs etmiş bir şekilde sunulması. Oysa şu çok açık: Mekke’de İslamın ortaya çıktığı dönemde dahi, diyelim ki o dönemin Arap Yarımadası, şimdi Britanya dediğimiz adadan veya Avrupa’nın Akdeniz sahilleri hariç, kuzeyini teşkil eden kesimlerinden, bir Roma dünyasıyla ya da Maveraünnehir’le çok daha içli dışlı. Dünya tarihi deyince, yerli ya da yabancı Osmanlı kuruluşu konusunda çalışmış uzmanların aklına bir Bizans geliyor, bir de Ortadoğu’yu yakıp yıkmış Moğollor. Sanki onlardan başka bir ‘dünya’ yokmuş gibi. İddia edildiği gibi eğer her şeyin merkezi olabilmiş Bizans diye bir oluşum varsa, bu kendi başına bir teşekkül müydü? Onun etkilerini ve tepkilerini biçimlendiren, toprak rejiminden diplomatik ilişkilerine kadar kendisini belirleyen bir ‘dünya’ yok muydu? Eğer Bizans Osmanlı’yı etkilemiş tek ‘medenî’ ve siyasî oluşumsa, Bizans’ı da kendi çevresinden, mesela Emevîlerden ya da Abbasîlerden, öncesinde Sasanîlerden ve bu bölgede yaşayan bir dolu halktan soyutlamış olmuyor muyuz? Bırakınız Sasanîleri, Göktürklerle bile ilişkisi olan Bizans var ortada. Sadece Bizans da değil, Abbasîler var, Selçuklular, İlhanlılar var. Koskoca bir ‘dünya’ var ortada.
Dünya tarihi derken analitik bir meseleyi işaret etmemin nedeni ise, neredeyse bütün Osmanlı tarihini belirlemiş kavramların sadece Osmanlı’ya has bir kullanımı olduğu varsayımı. Örneğin Osmanlı hanedanlığı denince sadece Osmanlı’ya has bir hanedan tanımı varmış, hanedan kavramının analitik bir anlamı yokmuş gibi davranılıyor. Sonra Osmanlı hanedanı keyfince her şeyi belirleyen bir yapı olarak sunuluyor. Oysa hâlâ ayakta olan Britanya hanedanlığındaki hanedan kavramını Osmanlı’daki hanedan kavramından analitik olarak ayıramayız. Aksi takdirde, örneğin “Osmanlı hanedanı dini meşrulaştırmak için kullandı” gibi abes varsayımlarla uğraşmak durumunda kalırız. Oysa bir defa hiçbir din, kendisini sadece bir siyasal meşruluk aracı olarak kolaylıkla kullanmaya müsaade etmez. Belki varoluş nedeni, yeni ortaya çıkmakta olan kapitalist bir sınıfı ve onun siyasal teşekkülünü meşrulaştırma gayesi güden Protestanlık hariç. Eğer dini sadece siyasal bir meşruluk aracı olarak görürsek, bu durumda bütün dinleri Protestanlaştırmış oluruz. Dünyanın şimdiki hali, yani modern dünya dediğimiz şey, bunun bir tezahürü. Ama bu durumda da diyelim ki Osmanlı tarihinde kullanıldığına çokça şahit olduğumuz ‘nizam-ı âlem’ gibi bir kavramı da bir yere oturtamayız; ona bütün cihana hâkim olma gayesi güden bir “kızıl elma” ideolojisi gibi fantastik anlamlar yüklemek zorunda kalırız. Oysa belki de “nizam-ı âlem”, bugün kullandığımız anlamıyla “dünya düzeni” gibi bir şeydi. Bu durumda hem Osmanlı tarihini ayakları yere basan bir yerden değerlendirme imkânımız olur, hem de “dünya düzeni” denilen bir düzeni sadece kendi içinden değil, kendi dışıyla da değerlendirme, çözümleme imkânı buluruz. Dolayısıyla “nizam-ı âlem”i nostaljik bir şey olmaktan çıkarıp bugünkü dünyayı anlamamıza, kavramamıza ve eleştirmemize yarayacak analitik bir araç elde etmiş oluruz. “Yeni Osmanlıcılık” gibi artık inşası mümkün olmayan hayaller değil, yani Osmanlı’yı hem tarihî, hem de analitik olarak incelemenin gayesi… Artık her şeyi, tarihyazımını bile içkinleştirmiş bir dünyanın hayalinin, modern liberal bir hayalin, o kadar da kendi içkinliğiyle var olamayacağını göstermek…
Devamı Derin Tarih Ocak Sayısında…