“Kameranın konulduğu yer ideolojiktir” sözü bir kesim için klişe gelse de sinema ya da televizyon ürünlerini tüketenler tarafından ciddiyeti henüz tam kavranmış değil. Ne yazık ki sıradan seyirci ekranda gördüklerinin tamamen tarafsız bir bakış açısıyla sunulduğuna dair bir inanç taşımakta. Mike Wayne’nin Politik Film – Üçüncü Sinemanın Diyalektiği kitabındaki “Tüm filmler politiktir, ancak her film aynı tarzda politik değildir” şeklindeki kabul görmüş tanımı üzerine bir kez daha söylenebilir ki seyrettiğimiz her şey politiktir. Hatta dünya üzerindeki en politik sinemalardan biri de Yeşilçam sinemasıdır.
Sinema için üç kategoride ele alınan bir sanat dalı denilebilir. Bunlardan birincisi tecimsel, egemen, ana akım sinema; ikincisi yönetmen, auteur, sanat sineması ve son olarak politik sinemadır. Politik sinema yani üçüncü sinemanın alt yapısı esasında ikinci paylaşım savaşı (2. Dünya Savaşı) sonrası oluşturulmuştur. Marksizm ise politik sinemanın temel teorisidir. Marksizmin üçüncü sinemaya etkisi Türkiye’de Yeşilçam sinemasında da çok net görülmektedir. 27 Mayıs darbesinden sonra başlayan toplumsal gerçekçi sinema hareketi diyebileceğimiz, kendi dönemi için neoKemalist yönetmenler tarafından çekilen filmlerle politik sinema olgusu Yeşilçam’da boy göstermiştir. 1960-65 yılları arasında bu hareketin ilk temsilcilerinin çektiği Haremde Dört Kadın ve Karanlıkta Uyananlar gibi toplumun zihnindeki gerçeklikle asla örtüşmeyen yapımlar halkın teveccühünü kazanamadığı için başarısızlığa uğramıştır.
Vedat Türkali, “Türkiye’de 27 Mayıs ile getirilmek istenen şeyleri halk, 14 Ekim 1973’de benimseyecektir” der. Türkali’nin ifadesinde de yer aldığı üzere halk 1960-65 yılları arasında sosyalist soslu Batı ideolojisinin tahakkümüne sinemada paye vermemiştir. 1973 seçimlerinden CHP’nin birinci parti olarak çıkıp meclisteki sandalye sayısını arttırmasıyla birlikte 12 Eylül darbesine kadar sürecek Marksist bir politik sinema akımı oluşmuş, etkileri günümüze dek ulaşmıştır.
Cumhuriyet rejimiyle birlikte kapitalistleştirilmeye çalışılan halkı sinema aracılığıyla sosyalist doğruculuğa inandırmaya çalışmak esasında birbiriyle çelişiyor gibi görünse de Batı kaynaklı köksüz izmlerin tahakkümü, yüksek şuur ve maneviyat sahibi bir toplumun her halükarda aklını çelme operasyonunun ürünüdür. İdris Küçükömer’in 70’li yıllarda yaptığı “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” tespiti olayların izahı noktasında bizlere yardımcı olmaktadır. Devlet eliyle toprağından, maneviyatından, geçmişinden hülasa bütün değerlerinden koparılıp Batı modeli yaşamaya yönlendirilen halka birtakım burjuva sınıfı sanatçının yine Batı modeli (İtalyan yeni gerçekçi, Sovyet toplumsal gerçekçi) sinema sunması ne sinemamızı ne de toplumsal değer yargılarımızı değiştirmeye yetmiştir. Bunun sağlamasını da seçim sonuçlarıyla yapmak mümkündür.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra çekilen en bayağı filmlerde bile Türkiye sineması ya da Yeşilçam sineması ideolojik angajmanla film yapmaya devam etmiştir. Burjuva sınıfının evinde soyut tablolar, heykeller varken fakir, düşkün halkın evinde gelişigüzel hat levhaları yer alır. Zengin aile kızı piyano çalar, partilere gider, Avrupalıdan daha Avrupalı görünür; fakir aile kızı yarım da olsa eşarbını takar, mutlaka bir işte çalışır ve genellikle aşkın sahibidir. Hepimizin bildiği bu örnekler çoğaltılabilir ama tam da bu noktada hâlâ varlığını sürdüren klişelerin gerçek hayattaki kaynağına dair bir anektod paylaşmakta yarar var.
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…