On beş yaşından itibaren “ciddi ciddi” düşünmeye başladığımı varsayar ve kendimi “yerli ve millî” hocalarla sınırlarsam, yarım asırlık düşünce hayatımda yedi edib, yedi de tarihçi/iktisatçıya epey borçlu olduğumu söyleyebilirim. “Roman Diliyle…” dizisinde birinci grubun etkisini görebilirsiniz: Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, İsmet Özel, Kemal Tahir, Halide Edib ve Tanpınar. İktisatçı/Tarihçilerim de şunlar: Barkan, İnalcık, Genç, Ülgener, Zaim, Tabakoğlu ve Orman. Son ikisi olmasaydı, akademiyle ilişkim belki hiç olmayacaktı. Benim için sadece hoca değil, birer ağabey oldular. Geçen ay ebedî yolculuğuna çıkan Sabri Orman Hocamı ve ondan önce terk-i dünya eyleyen dört hocamızı rahmetle anıyor; Genç ve Tabakoğlu Hocalarıma da hayırlı uzun ömürler diliyorum. Bu yazıda daha çok hatıralarımdan hareketle kısacık “Nasıl biliyordunuz?” portreleri çizmek istiyorum.
Barkan ve İnalcık: Kendi kavramlarımız yoksa, kendi tarihimizi anlayamayız!
Ömer Lütfi Barkan Hocamızı şok bir haberle tanımıştım: 1978 baharında, Boğaziçi İdarî Bilimler Fakültesi’nin duvarında basit bir ilan: Çarşamba günü saat 18.00’da 412 numaralı derslikte Prof. Ö. L. Barkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Fiyat Hareketleri” başlıklı bir konuşma yapacaktır. Aman Allahım, Barkan Hoca yaşıyor muydu? Öldüğüne dair herhangi bir bilgim yoktu; ama okuduğum bütün Osmanlı tarihi kitaplarında kaynakçanın üçte biri onun çalışmalarından oluşuyordu. Bu kadar eser üretmiş biri yaşıyor olamazdı! O büyüleyici konuşmanın ardından, bir sonraki dönemde Hoca lutfedip bir resmî ders vermeye başladı ve onun sayesinde Braudel’i tanımış oldum. Korsan olarak girdiğim dersinden unutamadığım bir anekdot: O yılların en hararetli tartışmalarından biri Osmanlı sisteminin temel karakterine dairdi: Feodal miydik, ATÜT mü? Asya tipi üretim tarzı, piyasa yapılarının pek gelişmediği, otarşik, kendine yeterli ekonomik birimlerden oluşuyordu. Marx’ın bir dostunun Hindistan’dan gönderdiği mektuplara dayanarak kurguladığı bu kavramsal çerçeveyi, biz hiçbir ciddi araştırma yapmadan kabulleniyor; üstüne üstlük, kabul etmeyenlere neredeyse silah doğrultuyorduk. Bir derste konu dönüp dolaşıp buraya geldi; Hoca her zamanki tebessümüyle, kâğıdı kalemi bırakıp dinleyin dedi:
“Bu sual, kendi tarih araştırmalarımızın neticesi değildir. Önce kendi belgelerimizi gün ışığına çıkarıp incelemeliyiz ki, hangi sualleri sorabileceğimizi tespit edebilelim. Bizim Osmanlı Devleti arşivimizin maalesef ancak yüzde 3’ü (bu rakamdan tam emin değilim fakat çok küçük bir sayı idi!) tasnif edilebilmiştir. Bu seviyede bir hazırlıkla tarih yazamaz, sosyoloji yapamayız. İşe yarar kavramlar geliştiremeyiz. Kendimden misal vereyim: Herhangi bir meseleyi araştırdığımda, karşımda düzenli kataloglar değil, dağ gibi yükselen bir belge yığını buluyorum. Gayet mantıklı (!) düşünerek, en üstteki belgelerden bir kısmını alıyorum; zira ortadan çekmeye kalksam hepsi yırtılır, alt bölgeye uzanmanın ise imkân ve ihtimali yoktur. Böylece, gayet ilmî (!) bir şekilde elde ettiğim belgeleri ikiye ayırıyorum: Rahat okunanlar ve rahat okunmayanlar. Vakit az, bir an önce bir şeyler yazmak lazım. Zor okunanları tekrar yerine koyuyor ve işime devam ediyorum…