Balkanlar denince, biraz da Ivo Andriç’in roman ve denemelerinden çağrışımlı olsa gerek, köprü, kavşak gibi imgeler canlanır hafızamızda. Yanlış da değildir. Doğu’yla Batı’nın, Müslümanlıkla Hıristiyanlığın kucaklaştığı, iç içe geçtiği, Bulgar şairi Elisaveta Bagryana’nın da ifade ettiği gibi rüzgârın yelkenlerişişirdiği ve her renkten bayrakların kesiştiği bir coğrafyadır Balkanlar. Onlarca uygarlık katmanını barındıran Balkanlar, dünyanın çok az yerinde görülen medeniyet, tarih ve kültürün, renkli ve örgülü geliştiği ve serpildiği bir yerdir. Ancak yarımadaya özgü olan –hem mecaz, hem birebir anlamda– sert rüzgâr ve keskin dönüşümler bu katmanlar üzerindeki uygarlık izlerini silip süpürmek için bütün hünerini sergiler.
Bundan dolayıdır ki, Balkan dillerinde ‘köklemek’, ‘kökünü kazımak’, ‘kökünü sökmek’, ‘kökünü kurutmak’, ‘kökten çözüm’, ‘kökten halletmek’ gibi kelime ve deyimlerin anlamı bu denli nettir. “Batı’da da öldürürler, ama bizdeki gibi paslı baltayla değil, altın iğneyle” der Bulgar şair ve oyun yazarı Peyo Yavorov’un bir piyes kahramanı. Zira Balkanlar, engebeli rölyefinden olsa gerek, yumuşak geçişleri, doğasına o denli yakışan pastel tonları sevmez; her şey olabildiğince bıçak sırtı keskin ve sert olmalı: Sil geç, izi bile kalmasın, esamesi okunmasın…
Devamı Derin Tarih’in Şubat sayısında!