Bir vakıf medeniyeti olan Osmanlı’da vakfeden vakfa, hukuka aykırı olmayan her türlü şartı koyabilir; bu şartları sonradan kimse değiştiremezdi. “Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir”, yani vakfedenin şartı, Allah ve Resulü’nün (sas) sözü gibidir, kaidesi meşhurdur. Mülk mallar üzerinde hakikî şahıslar tarafından kurulan vakıflara sahih vakıf denir. Sahih vakıfların kâfi gelmediği hâllerde veya mevcut vakıfları desteklemek üzere hükümet bazen devreye girerdi. Beytülmâle (devlet hazinesine) ait (mîrî) araziyi, rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlette kalmak ve gelirleri bir amme hizmetine sarf olunmak üzere vakfederdi. Buna da gayri sahih vakıf veya irsâdî vakıf yahut tahsis kabilinden vakıf adı verilmişti. Bu çeşit vakıflara gayri sahih (sahih olmayan) vakıf denilmesi, bu vakfın hukuken muteber (geçerli) olmadığını değil, hakikî mânâda vakıf sayılmadığını ifade eder. Tahsis, bir şahsın kendi mülkü üzerinde cereyan etmediğinden, Sultan uygun gördüğü zaman bu tahsisi kaldırabilir ve mîrî arazinin geliri tekrar beytülmâle dönerdi. Mîrî arazinin tahsisi, yani gayrı sahih vakıf olarak vakfedilmesi, rakabesinin (mülkiyetinin) hazineden çıkmasına sebep olmaz; aşar ve rüsumunun (kira ve vergilerinin) hazineye ödenmesine de halel gelmezdi. Hz. Peygamber mîrî arazi gelirlerini yeni Müslüman olanların kalbini ısındırmak ya da âtıl tabiî kaynakların şenlendirilmesi için muayyen kişi veya cihetlere tahsis ederdi. Buna iktâ adı verilir. Sonraki halifeler de fetih ve iskân yanında siyasî, idarî ve askerî personele, âlimlere, edebiyatçı ve tabiplere iktâlarda bulundular. İktâ hükümdarın salahiyetinde ise de bunu yaparken maslahatı nazara alması icap eder. Bu sebeple Ömer bin Abdülaziz gibi halifeler zaman zaman -hayatları pahasına- bu iktâların yerinde yapılmayan bazılarını feshetmiştir.
Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…