Kadim tarih öğretisinde adını sıklıkla duyduğumuz Turan ve İran iki komşu coğrafyadır. Coğrafya Türkler ile İranlıların ilişkilerini etkilemiştir. Öyle ki kullandığımız İslamî terimlerin çoğunun kaynağı İran’dır. Biz ‘abdest’ alır, ‘namaz’ kılarız. Oysa Araplar abdest yerine ‘vuzu’, namaz yerine ‘salat’ı kullanırlar. “Peki, neden Türkler bu terimleri Farsçadan aldı?” sorusu zihninizi kurcalamış olmalı. Cevap aslında açık: İslamiyeti İranlılar elinden öğrenmişlerdir de ondan!
Türkler ile İranlıların bu iyi ilişkileri nasıl oldu da yerini savaşa bıraktı? Bu soruya cevap vermek için İran’ın Şiîleştirilmesi safhasına değinmek gerekiyor. Ehl-i Sünnet anlayışının yüzyıllarca bayraktarlığını yapan Gazâlî, Ömer-ül Halvetî, Bâyezîd-i Bistamî gibi âlimleri yetiştiren İran’ın kaderi yine bir Sünnî tarikat olan Safevîyye’nin Cüneyd, Haydar ve İsmail eliyle Şiîleştirilmesiyle değişmiştir.
Şah İsmail’in Irak ve Lübnan’daki Şiî âlimleri İran’a getirip Şiîliğin İsna Aşeriyye (On iki İmam) mezhebini resmî din kabul etmesiyle bölgede yaşayan Sünnî halk üzerindeki baskılar arttı. Zaman zaman katliamlara dönüşen baskılar aynı zamanda Şah İsmail’in Şiîliği İslam coğrafyasına yayma siyasetinin de öncü adımlarıydı.
16.yüzyılın ilk çeyreğinde genişleme politikasını fiiliyata döken Şah İsmail Kazvin, Bağdat, Diyarbakır ve Bakü’yü zapt ederek sınırlarını genişletti. İran Şahı’nın attığı bu adımlar ehl-i sünnetin kalesi Osmanlı İmparatorluğu’nun sabrını taşırmaya yetecekti. Hatta Osmanlı Devleti Batılı kâfirlerle cenk etmek yerine ümmetin içine nifak sokan bu nevzuhurlarla çatışmayı göze alacak kadar Müslümanların selametini düşünüyordu. II. Bayezid Safevi tehlikesini sulh yoluyla çözme gayretindeydi ancak Trabzon’da sancakbeyliği yapan Şehzade Selim İran’ın gelecekte büyük bir tehdit olacağını o günlerden görmüştü.
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…