Osmanlı Devleti’nin altı asrı mütecaviz ayakta kalabilmesinin temel sebeplerinden biri de hiç şüphesiz vazifelerin ana hatlarıyla liyakat ve ehliyete göre dağıtılmasıdır. Gerçekten de Nizam-ı Âlem ve İ’la-yı Kelimetullah ana başlığında ve sulh, sükûn, adalet, hakkaniyet, liyakat, kifayet, merhamet, hürmet ve muhabbet gibi alt başlıklarda toplayabileceğimiz Osmanlı devlet felsefesinin bu mücerret mefhumları, Devlet-i Aliyye’nin çok farklı coğrafyalarda, çok farklı inanç ve kültürlere mensup insanları ahenkle idare edebilmesinin temel dinamiğidir. Bu yazımızda liyakat başlığına dair dört asır arayla iki farklı Avrupalı ismin bizzat müşahedelerine istinaden aynı minvalde yaptıkları değerlendirmelere yer vereceğiz. Vakıa bir kültür-medeniyete iç bakış kadar dış bakışın da ne kadar ehemmiyeti haiz olduğu ehlince malumdur ve bu husus dikkatle tahkik edilirse bir o kadar da meseleleri izah edicidir.
Bu meyanda ilk şahidimiz, Osmanlılardan sonra devrin en büyük gücü diyebileceğimiz Habsburg İmparatorluğu’nun elçisi olarak Kanûnî Sultan Süleyman (1520-66) devrinde 1554 senesine ülkemize gönderilen Busbecq’in anlattıkları olacak. O, gerçekten de Amasya’da huzur-ı hümayuna çıkmadan evvel karşılaştıkları karşısında mest olmuş ve Doğu-Batı mukayesesi de yaparak kendisini şu sözleri söylemekten alıkoyamamıştır:
“Bu muazzam kalabalığın içinde tek kişi yoktu ki, rütbesini şahsi meziyetlerine ve kahramanlıklarına borçlu olmasın. Çünkü burada herkes icra ettiği vazifeye, memuriyete göre rütbe alır. Bu yüzden burada asla koltuk kavgası olmaz. Sultan bu atamalarda ne kişinin zenginliğini ne de geldiği ailenin soylu olup olmadığını dikkate alır; ne falan kimsenin tavsiyesi ilgilendirir onu ne de elâlemin fikri. Sırf meziyetlere bakar; ahlaka, doğal yeteneğe ve tabiata. Herkes kendi liyâkati ölçüsünde mükâfatını alır, dolayısıyla memuriyetler de hakkıyla yerine getirecek kimselerce doldurulur. Burada herkes kendi soyunun, kendi ikbalinin mimarıdır ve bu ikbali istediği gibi inşa etmek kişinin kendi elindedir. Sultanın emrindeki yüksek rütbeli memurların çoğu çobanların, sığırtmaçların oğullarıdır. Bundan utanmak şöyle dursun, bunu bir iftihar vesilesi sayarlar. Kısaca, bu milletin gözünde rütbeler, makamlar, memuriyetler liyâkatlerin ve meziyetlerin mükâfatıdır; ahlaksızlık, tembellik, âcizlikse beş para etmez, itibar görmez, horlanır. İşte bu yüzden bu millet her teşebbüsünde başarılı oluyor, hâkimiyet kuruyor.”