Bu yüzyıla kadar kimse Ortadoğu’dan söz etmiyordu. Çünkü ne terim, ne de bölgedeki devletler ortadaydı. Her ikisi de 1. Dünya Savaşı’nın galiplerinin eseridir. Bu galipler hâlâ öfkeye neden olan kızgınlıkları doğuran atalar. İlginçtir, çok kafa karıştırıcı bu tarihçeyi anlatan çok az eser bulunmakta. Okunmaya değer bir istisnası, New Yorklu bir savcı olan David Fromkin’in yazdığı A Peace to End All Peace (Bütün Barışları Bitiren Barış) adlı eseridir. Anlatımı berrak, zamanlaması doğru ve ihtiyatlıdır.
“Ortadoğu” terimi ilk defa 1901 yılında, deniz gücünü savunan ünlü Amerikalı amiral Alfred Thayer Mahan tarafından kullanılmıştı. İngiliz parlamento üyesi Sör Mark Sykes tarafından ise 1916 yılında konuşmalarda sık sık kullanılarak popülerleştirildi. Sykes kısmî zamanlı diplomat olarak ayrıca kısa süre sonra parçalanacak olan Osmanlı İmparatorluğu’nda nüfuz alanlarını tanımlayan gizli Sykes-Picot Antlaşması’nın da müzakerecisidir.
Ortadoğu’nun ilk tasarımcısı, İngilizlerin emirlerini uygulayan yerli krallar ve emirlere dayanacak dolaylı sömürge egemenliğini öneren, Britanya’nın gözüpek savaş bakanı Lord Kitchener idi. Kitchener’in İngiliz ajanı olarak görev yaptığı, Hidivine “danışman” olduğu Mısır’daki uygulama bu yöndeydi. Sykes’in ifadesiyle “emir kipini terk ettik; dilek, hatta istek kipini tercih ettik”.
Rus Çarı 1. Dünya Savaşı’nda Britanya ile işbirliği yapsa da, İngiliz Hindistan’ını Rusların arzularından korumak Kitchener’in ana endişesiydi. Britanya’nın kâbusu, Rusya’nın İstanbul’u ele geçirmesi ve Müslümanları özellikle Hindistan’da İngilizlerin aleyhine çevirmesiydi. Britanya’nın karşı saldırısı ise kendi Müslüman manevi liderinin, yani Mekke’nin Haşimî lideri Şerif Hüseyin’in iddialarını savunmaktı.
Kitchener 1916 yılında torpido isabet eden bir gemide hayatını kaybedince onun yayılmacı amaçlarını yeni İngiliz Başbakanı David Lloyd George üstlendi. Çürüyen Osmanlı İmparatorluğu’nda baskı altındaki halkları özgürleştirmek, bu Gallerli liberale duygusal açıdan cazip geliyordu. Aynı şekilde çekici gelen diğer hedef de Siyonistlerin Yahudileri kadim yurtlarına yeniden yerleştirmekti. Sonuç şu oldu: İngilizlerin Filistin’de Yahudiler için bir “anavatan” kurması sözü verilmesi; diğer taraftan Irak, Ürdün, Kuveyt, küçük İran Körfezi devletlerinin, Suriye ve Lübnan’daki kukla devletlerin bir araya getirilmesi. Son ikisi homurdanarak da olsa Fransız kontrolüne verildi. Ancak yeni devletler genel olarak birer milletten çok, Batılı sahiplerini küçümseyen, hoşnutsuz insanların oluşturduğu birer girdaptı. Meşruiyetten yoksun yeni düzene isyanlarla meydan okundu. Seferberliği sona ermiş Britanya kabile ordularına hava gücüyle karşılık verdi. 1922’ye gelindiğinde imparatorluk toprak bakımından zirveye ulaşırken, Kipling tarzı emperyalizm coşkusu sönüyordu ve Lloyd George iktidardan düşmüştü. Ortadoğu’daki İngiliz egemenliği sahip olduklarını elde tutma operasyonuna dönüştü ve parça parça geri çekilmeyle sonuçlandı.
Woodrow Wilson’ın sırdaşı Albay Edward House’un kasvetli ifadesi geleceğin habercisiydi: “Bu ülkeler geleceğin savaş üretecek topraklarını oluşturuyorlar”. Yine de kumlarda çizilen sınırların bir değeri vardır: Bunlar hâlâ yerinde duruyor. Her türlü radikal değişim yalnızca yeni kargaşaları doğuracaktır. Günümüz barış yapıcılarının görevi, bütün mevcut taraflar için ortaklaşa tanımayı sağlamak, düşmanca sınırları yeniden çizmek yerine ortadan kaldırmaktır.
Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…