Osmanlı klasik döneminde Amasyalı Şeyh Hamdullah, Ahmed Şemseddin Karahisarî gibi usta hattatlar padişahların ve devlet büyüklerinin sağladıkları imkânlarla Mushaf kitâbetini hat sanatı bakımından en yüksek seviyeye ulaştırmışlardı. Bu Mushaflar Fatih Sultan Mehmed dönemiyle başlayıp 16. yüzyılda zirveye çıkmış olan süslemeleri ile de emsalsiz sanat eserleri olarak dikkat çekmekteydiler.
Fatih döneminde Baba Nakkaş üslubu ile başlayıp, Kanûnî döneminde Kara Memi üslûbu ile devam eden ve 18. yüzyılda Ali Üsküdârî üslûbu ile zirvedeki konumunu muhafaza eden Osmanlı tezhip sanatının Mushaflardaki muhteşem uygulamalarla öne çıktığı görülür. Özellikle Osmanlı saray nakkaşhânesinde hazırlanan zer-efşân (altın serpme) denilen mahirane işçilik yöntemiyle Mushafların iç sayfalarında varak yüzeylerinin her tarafına eşit düzeyde altın parçacıkları serpiştirilmekteydi. 17. yüzyılda “zer-ender-zer” (altın içinde altın) tarzı bezeme tekniğiyle sarı altın üzerine yeşil altınla veya yeşil altın üzerine sarı altınla zengin ve gösterişli tezhipler yapılmıştı.
Daha sonra çoğu vakıf kütüphanesine dönüştürülecek olan Osmanlı sultanlarının, veziriazamların ve devlet adamlarının zengin kütüphanelerinde yaldızlı (tezhipli) binlerce Mushaf, rengârenk ciltlerle süslü yazma kitaplar yer alıyordu. Sadece Kanûnî Sultan Süleyman’ın damadı ve sadrazamı Rüstem Paşa’nın muhallefatı (geriye kalan mal varlığı) arasında 8.000 adet güzel yazılı Mushaf ile 130 tane değerli taşlarla bezenmiş ciltli Mushaf tesbit edilmişti. Osmanlı kütüphaneleri, cami ve türbeleri bu tür Mushafların zengin örnekleriyle doluydu. Nitekim böyle güzel ve kıymetli Mushaflara atıfla, İslâm uleması arasında “Kur’ân-ı Kerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü meşhur olmuştur.
Bu bakımlardan, Osmanlı ülkesinden Avrupa ve Amerika’ya kaçırılan tarihî eserlerin sayısının hayli arttığı 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyıl başlarında Mushaf-ı Şerifler de Batılı antikacıların ve onların yerli işbirlikçilerinin hedefi haline gelmişti. 13 Mart 1882 tarihli bir belgeye göre Kütüphaneler Müfettişi Salih Efendi aracılığıyla başta Ayasofya Kütüphanesi olmak üzere İstanbul kütüphanelerinden çalınan ve buralara vakfedilmiş olan Mushaf-ı Şerifler Fransa’ya kaçırılmak istenmişti. Bu Mushafları çaldıran ve yurt dışına kaçırmak isteyen, Albert Sorlin Dorigny isminde bir Fransız dişçi idi. Osmanlı arşivindeki kayıtlara göre Dorigny, 1850-84 yılları arasında Pera’da (Beyoğlu) yaşamıştı. Adına ilk defa 20 Kasım 1850 tarihli bir belgede rastlıyoruz. Bu tarihte Sadaret’ten Maliye Nezareti ve Tophane Müşirine yazılan bir yazıya göre Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid’in bir iradesi ile Beyoğlu Kışla-yı Hümâyun tabibi, Fransız tebaasından Durini’ye (Dorigny) biri Mühendishane’de hoca, diğeri Sıhhiye Meclisi tabibi iki Fransız ile birlikte birer nişan verme kararı almıştı. Sebebi belli olmamakla birlikte, kararın, bu iradeden bir yıl sonra, Meclis-i Vâlâ’da tekrar ele alınıp 25 Ekim 1851’de hatırlatılarak uygulandığını öğrenmekteyiz. İstanbul’da vazife yapan Dorigny, özellikle Osmanlı klasik dönemine ait çini, tüfek ve yazma kitaplara yakın alaka göstermiş, oğlu ile birlikte bunların çalınıp yurt dışına kaçırılmasında mühim rol oynamıştı.