Dokuz asırlık Anadolu tarihimizde mühim roller üstlenen iki eğitim kurumumuz şüphesiz medrese ve tekkeler idi. Bu müesseselerle ilgili Osmanlı döneminde ancak ders veren hocaların veyahut hizmet ifa eden şeyhlerin tayinleri, talepleri ve o mekânların tamirlerine yönelik görüşler, beratlar, icazetnâmeler gibi belgelere rastlarız. Son devirlere gelindiğindeyse gerek medreselerin, gerekse tekkelerin ıslahına yönelik bazı fikir ve teklifler de göze çarpmaya başlar. Fakat her ne olursa olsun, ortada küllî bir red söz konusu değildir. Zira bu, kendini var kılan ana damarları kesmek anlamına gelecek bir nevi intihar sayılırdı. Medrese ve tekkelerle ilgili yapısal olarak “kabul”, ama muhteva olarak “ıslah” daima düşünülmüştür.
Osmanlı’da bu anlayışa ve yapılara ilk küllî darbe vurma teşebbüsü, önce sadece tekkeleri hedef alan bir şekilde Kadızâdeli ve Çivizâdeli hareketiyle başladı. Evvela camilerde ve medreselerde belirli bir takipçi sayısına ulaşıp oradan ilmiye sınıfına, sonra da bürokrasiye sızarak umumiyetle sufi-İslam ekseninde hareket eden “Yüce Osmanlı Devleti” (Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye) yönetici tabakası içerisinde etkili olmaya başlayan Kadızâdelilerin “tahta tepenler”, “düdük çalanlar” diyerek küçümsedikleri sufilerin mekânı olan tekkeler/dergâhlar onlara göre tamamıyla yıkılmalıydı. Hatta temelleri birkaç arşın kazılmalı ve çıkan toprak denize atılmalıydı ki, o yer temiz olsun ve o mekânlarda namaz kılınabilsin.
Maalesef onların bu fikirleri sadece bir teklif olarak kalmadı, eyleme de dönüştü. Bazı fizikî saldırılar yapıldı. Böylece ilk fitne ateşi medreseyle tekke arasında ateşlenerek bazı medreseliler, tekke ehlini dışladı. Bu ihtilafın dozu artmaya başlayınca en sonunda devlet kırmızı çizgisini kuruluşundan bu yana sürdürdüğü sufi-İslam zaviyesinden yana kullanmak zorunda kaldı ve bu türden anarşist hareketler engellendi.
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…