İnsanlık tarihinde bazen kabile devleti, bazen şehir devleti, bazen imparatorluk diye isimlendirilen organizasyonların şimdilik son durağının adı: Modern devlet. “Akıl için yol birdir” fehvasınca hangi asır ve coğrafyada olursa olsun, hangi isimle anılırsa anılsın yönetim şekillerinin birbirine benzer olan ve olmayan tarafları vardır. Bu benzerliklerin bir kısmı taklid ise de bir bölümü o toplumun bulduğu orijinal yollardır. Kendine has “yoğurt yeyiş” tarzı olan siyasî organizasyonlardan biri de Osmanlı Devleti’dir. Biraz mensup olduğu milletin tarihî geleneklerinden, biraz da bağlı bulunduğu dinin ilâhî prensiplerinden, hatta yeni problemler karşısında ürettiği yeni kurumlar üzerine oturan yapısıyla bu devlet Asya, Avrupa ve Afrika’nın ortasında altı asırlık uzun bir ömür sürmüştür. Padişahın/Saray’ın yanındaki üçlüyü ister seyfiye, ilmiye, kalemiye diye isimlendirelim; ister kurum bazında saray, cami, medrese olarak sıralayalım her zaman karşımıza bir müessese daha çıkacaktır: Tekke. Osman Gazi ile Şeyh Edebali arasında oluşan gönül bağı, bazen güçlenerek, bazen zayıflayarak son padişaha kadar varlığını korumuştur. Yalnız şu noktayı da unutmamak gerekir: Sultanlar bu kurumlara ne kadar yakın olursa olsun, tekke mensuplarında devletin sistemine bir muhalefet hissettikleri zaman en sert tedbirleri almaktan geri durmamışlardır.
Osmanlılarda padişahla dervişler arasında oluşan bu yakınlığa ilk büyük darbe Çelebi Mehmed/fetret döneminde cereyan eden Şeyh Bedreddin olayı ile birlikte vurulmuş; devlet bazı dervişlerden ciddi olarak şüphelenmeye başlamıştır. İkinci büyük gerginlik Kadızâde-Sivasî tartışmaları adıyla tarihe geçen 17. yüzyılda yaşanmıştır. Tarikat mensuplarının yakın takibe alınmasının, “enselerinde boza pişirilmesi”nin zirvesi ise 1826 tarihinde Sultan II. Mahmud zamanında Yeniçerilikle birlikte yasaklanan Bektaşîlik vesilesiyle görülmüştür.