Osmanlı padişahı, Avrupa’daki emsallerinden, hatta bugünkü Amerika başkanlarından fazla olmayan birtakım salâhiyetlere sahipti. Meşrutî bir hükümdar tipinin o zaman için en iyi numunesiydi. Devletin teşrî, icrâ ve kazâ (yasama, yürütme ve yargı) fonksiyonlarını uhdesinde toplamıştı. Ancak pratikte bunlar birbirinden müstakil otoriteler tarafından hükümdara vekâleten yürütülürdü. Padişahın yasama salâhiyeti yoktu. Ancak şeriatın hüküm koymadığı sahalarda kanunnâmeler yoluyla hukuk kaidesi koyabilir ve bunlar da şer’î prensiplere aykırı olamazdı.
İcrânın başıydı. Devletin en yüksek istişârî mercii olan Divan-ı Hümâyun’un reisiydi. İcrâ salâhiyetini sadrazam vasıtasıyla kullanır; pratikte saltanat sürer ama hükümet etmezdi. Bütün memurlar padişahın vekiliydi. Hukuka aykırı davrananlar bizzat padişah tarafından cezalandırılırdı.
Padişahlar Cuma namazı için merasimle herhangi bir camiye gider; buna selâmlık alayı denirdi. Alay Padişahın meşruluğunu, vazifesinin başında olduğunu, ayrıca halifelik sıfatını göstermesi bakımından en mühim merasimdi. Ayrıca halkın padişahı bizzat görüp talep, şikâyet ve itirazlarını yazılı olarak bildirebildiği bir fırsattı.
Padişah icraî kararlarını ferman isimli vesikalar vasıtasıyla ilan ederdi. Ordunun başkumandanıydı; bizzat sefere gitmeyip serdar vazifelendirdiği de olurdu. 1697 senesinden itibaren padişahlar ordunun başında sefere çıkmamaya başladılar. Zira artık dünyada asker-hükümdar tipinden devlet adamı ve diplomat-hükümdar tipine doğru bir değişiklik meydana gelmişti.