Hint Alt Kıtası’nda İslâm’ın yayılmasında tasavvuf erbabının etkisi büyüktür. Bu durum İslâm’ın bölgeye tam anlamıyla yerleşmesinden sonra da artarak devam etmiştir. Hindistan’da başlangıçtan beri tasavvufun rengi İslâm’a o kadar işlemiştir ki, Pakistan kültür tarihi araştırmacısı Muhammed İkrâm’ın naklettiğine göre 20. asrın başına kadar hiç kimse herhangi bir tasavvufî yola girmeksizin İslâm’ın feyz ve bereketinden istifade edilebileceğini düşünemezdi. Kaynaklar incelendiğinde devlet erkânının mutasavvıflarla sıkı ilişkiler kurduğu ve bu ilişkilerin Bâbürlüler döneminde de devam ettiği görülmektedir. Bâbürlü sultanları arasında uç bir örnek olarak değerlendirilebilecek bir şahsiyet olan Ekber Şah’ın bile dönemindeki bazı sûfîlerle yakın ilişkisi şaşırtıcı boyutlarda olabilmektedir. Bu hususta, Çiştiyye tarikatının önemli isimlerinden olan Abdurrahman Çiştî şöyle demiştir: “Büyük Hâce’ye (Hâce Muînüddîn-i Çiştî) alışılmadık bir biçimde bağlı olan Ekber, kutsal Ecmir şehrini altı-yedi kez yaya olarak gidip ziyaret etti; görkemli bir cami, altı-yedi malikâne ve Ecmir’in etrafına sakinlerinin korunması ve rahatı için bir sur inşa etti. Hâce’nin soyundan gelenlere ve türbegâhının müstahdemlerine nakit ve toprak bağışlarında bulundu. Bazı köylerin giderlerini langarın (aşevi) masrafları için tahsis ederek orada yaşayan dervişlerin ve ziyaretçilerin ihtiyaçlarını gidermesi için bir memur (mütevelli) tayin etti. Bu bağışlar bugüne kadar devam etti. Şu bir gerçek ki, bu hükümdar elli yıllık saltanatı boyunca Hâce’ye tam anlamıyla bağlı kaldı.”
Hint Alt Kıtası’nın manevî mimarlarından olan ve ülkemizde daha çok İmâm-ı Rabbânî olarak tanınan Ahmed-i Sirhindî’nin Bâbürlü sultanlarından Ekber Şah ve Cihangir ile ilişkilerini merkeze alarak bağımsızlık mücadelesine katkılarını yakından inceleyelim.
Hint Alt Kıtası’ndaki ilk ihyâ hareketinin mimarı olan Ahmed-i Sirhindî’nin daha çok fikrî planda gerçekleşen mücadelesinin mahiyetini anlamak için öncelikle dönemin dinî, siyasî, sosyal ve kültürel yapısı hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.
Kaynaklarda zikredildiğine göre Sirhindî’nin sert bir biçimde muhalefet ettiği Ekber Şah’ın idaresi sırasında genel bir ahlakî çöküş baş göstermiştir. Bu dönemde yöneticilerin zulmü ve gayrimeşru yollardan servet elde etme olayları artmış; içki, fuhuş ve israf iyice yaygınlaşmış; öteki dünyanın varlığını kabul etmeyenler çoğalmış; İslâmî değerlerle alay edilmiş; Kur’an’ın Hz. Muhammed (sas) tarafından telif edildiği düşüncesi yayılmış; ayetle sabit olan İsrâ olayı hurafe olarak telakki edilmiş; çocuklara Ahmed ve Muhammed isimlerinin konulması kerih görülmüştür. İlk başlarda geleneksel inanç sistemini benimseyen, Muînüddin Hasan el-Çiştî’nin Ecmir’deki kabrini neredeyse her sene ziyaret eden, ilk iki oğlunun duasına büyük önem verdiği Şeyh Selim Çiştî’nin evinde dünyaya gelmesi için çabalayan Ekber Şah’ın değişimine dair dönemin tarihçilerinden Abdulkadir Bedâyûnî’nin tespitleri dikkat çekicidir:
“Zamane adamları ve sapkınlar, çirkin görüşler ve aslı olmayan şüphelerin saikiyle yattıkları pusudan çıkma imkânı buldular; doğrunun değerini iyi bilen ve onu arayan, ne var ki basit düşünen ve cahil biri olan, putperest ve avamdan kimselerle arkadaşlık eden Sultan’ı şaşırtarak bâtılı hak suretinde, kötüyü iyi kıyafetinde gösterdiler. Bütün şüpheler onun zihninde birikti ve sorunlar kontrolden çıktı. Şeriatın ve dinin güçlü hüccetleri çöktü; nitekim beş ya da altı sene içerisinde kendinde neredeyse hiçbir İslâm nişanı kalmadı.”