Modern Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Yahya Kemâl’in Paris’ten döndüğü yıllardı. Hayranı olduğu Paris ile hamurunun yoğrulduğu İstanbul arasında bocalayan şairin, Fransız kültürünün amansız tesiriyle Avrupa’ya dönmek sevdasında olduğu günler… Orhan Şâik Gökyay’dan öğrendiğimize göre İstanbul’da kalmasını isteyen bazı dostları “Tanburî Cemil Bey’i dinletelim ona, o musikîyi sever, o münâsebetle gitmez, kalır!” derler. Bunun üzerine Şevket Bey’in musikî meşklerine açtığı Kadıköy’deki evine Yahya Kemâl Bey’i götürürler. Fasıl başlar. Eline bir kemençeyi, bir tanburu alan Cemil Bey, harikulâde taksimleri ve icralarıyla büyüler genç şairi.
Bu hatırasını nefis Türkçesiyle anlatan Yahya Kemâl, “O zaman karşımda altından bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim!” demekten kendini alamaz.
Neydi Yahya Kemâl Bey’e “buralı” olduğunu hatırlatan nağmeler, neydi bu kuvvetli arzuyu tebdil eden sır? Bunu henüz bilemiyoruz. Çünkü neyzenlerin kutbu Niyazi Sayın’ın dediği gibi hâlâ Cemil Bey’i tefsir etmekle uğraşıyoruz. “Ölülerimizi sevdiğimiz kadar, onlardan kaçıyoruz da galiba” diyen oğlu Mesud Cemil Bey’in hercaî hayatı dolayısıyla vesikaları muhafaza edemediğine hayıflandığı hatıralarında arıyoruz onu. Eski taş plak kayıtlarında, gazetelere yazdığı makalelerinde, günümüze intikal eden siyah-beyaz resimlerinde…