Tarihin her döneminde dünyanın merkezi konumunda bulunan Ortadoğu, sahip olduğu özellikler ve bir takım stratejik önemler nedeniyle sürekli bir çekim merkezi konumunda olmuştur. Ortadoğu’nun bu durumu bölgede sürekli savaşların ve de egemenlik mücadelelerinin her dönemde yaşanmasını sağlamıştır. Buradan yola çıkarak ilk sorumu şu şekilde sormak istiyorum:
– Filistin toprakları üzerinde Arap-Yahudi mücadelesinin temel sebepleri nelerdir? Bu mücadelenin Yahudiler için dini nedenlerden mi, yoksa Siyonizm etkisiyle oluşan siyasi ve politik nedenlerden mi kaynaklandığını söylemek mümkün?
– Günümüzdeki mesele tamamen Avrupa emperyalizmin bir operasyonunun sonucudur. Yani Avrupa Yahudi sorununu kendi içinde çözemediği için, kendi içinde Yahudileri sürekli dışladığı için, yok ettiği için ve sonuçta bunlardan kurtulmak gibi bir noktaya ideolojik olarak gelince bu meseleyi İslam dünyasının üzerine fatura etti. Ve 2000 yıldır var olmadıkları bir coğrafyada hak sahibiymiş gibi gösterip Filistin’e tekrar göndermek istedi. Çünkü burada bir taşla iki kuş vuracaktı; birincisi Yahudi belasından kurtulacaktı Avrupa kendi açılarından. İkincisi, gittikleri yerde (bunlar Osmanlı toprağına Avrupa’dan gidecekleri için) Osmanlı’ya da, onlar üzerinden baskı kurup, artı bir avantaj sağlayacaktı. Üçüncüsü de; İslam dünyasının kalbinde, Müslüman olmayan ama kısmen kendileriyle irtibatlı bir ileri uç, ileri bir karakol meydana getireceklerdi. Bakın, bunu Thedor Herzl Sultan Abdülhamit’ten bu toprakları isteyeceğini Avrupalılara deklare ederken özellikle söylemiştir; “Biz Batının doğudaki ileri karakolu olacağız, ona göre bize destek verin” demiştir.
– Görünüşteki gibi Yahudi-Müslüman meselesini aşıyor o zaman bu problem?
– Kesinlikle öyle, modern Siyonizm’in iddiaları klasik Yahudi-Müslüman meselesinin çok ötesinde bir manadır. Yahudilerle Müslümanların hiçbir zaman… Yani bazı lokal sıkıntılar yaşandı, hani asrı saadetteki örnekler, misal olarak münafıklık filan gibi, bazı meseleler yaşanmıştır ama Yahudi düşmanlığı gibi bir problemi olmadı İslam dünyasının. Bu Batı’nın problemi, Avrupa’nın problemi fakat işte tam tersine, öyle bir noktaya gelindi ki; sanki Yahudiler Müslümanların problemiymiş gibi, sanki milyonlarca Yahudi’yi Müslümanlar kesmiş gibi, fatura sürekli Müslümanlar üzerine kesiliyor…
– Şaşırtmaca operasyonu yani…
– Onun da ötesinde, burada büyük bir ahlaksızlık yer alıyor. Yani Avrupa kendi yaptıklarının üzerini örtmek için, faturayı Müslümanlara çıkartmak adına bir operasyon yapıyor. İsrail kuruluşu aslında budur, dolayısıyla bunu bir kere ortaya koyalım. Hemen ardından şunu da söyleyeyim ki bugün yaşanan ve sık sık dilimize “Filistin sorunu” diye dolanan terim de tam bir aldatmacadır.
– Herkes bunu Filistin sorunu diye biliyor.
– Filistin sorunu yoktur ama, İsrail sorunu vardır… Yahudi sorunu da yoktur yani bir İsrail sorunu var. Filistinliler neden sorun olsun ki? Kendi topraklarında yaşayan insanların üstüne bir başka devlet getirilip kurduruluyor, onlar gasp ediliyor, hakları ve toprakları ellerinden alınıyor, öldürülüyorlar… Burada Filistin sorunu diye bir şey olamaz, burada var olan İsrail’in kurulması sorunu!..
– Orada kimler yaşıyordu, sadece Araplar mı?
– Filistin devleti bile kurulmadan önce, orada Yahudiler de yaşıyordu. Çok eski, daha Müslümanlar zamanından kalmış sağda solda yaşayan Yahudiler de vardır. Osmanlı devletinin böyle bir sıkıntısı hiç olmadı. Getirdi Sefarad Yahudilerini Portekiz’den, İspanya’dan Edirne’ye, İstanbul’a yerleştirdi. Yani bizim, Müslümanların hiçbir zaman böyle bir sıkıntısı olmadığı gibi, Kudüs’e tekrar Yahudilerin yerleşmesi de Müslümanların sayesinde oldu. Çünkü o zamana kadar yoklardı, oradan çıkartılmışlardı. Müslümanlar gidince o hoşgörü ortamından ümitlenen bir sürü Yahudi döndü. Kimin burnu kanadı? Hiç. Kimin hakları elinden alındı? Hiç… Dolayısıyla burada sorunu net olarak ortaya koyalım: Müslümanlar en hoşgörülü devirlerini yaşattılar Yahudilere, ama Yahudiler ilk fırsat ellerine geçtiğinde Avrupa’dan alacakları intikamı Müslümanlardan aldılar. İşte en yaralayıcı kısmı budur meselenin.
– Hz. Süleyman mabedinin yıkılışı ardından Yahudilerin dağılma dönemine girdiği “Babil Sürgünü Devri”nin Yahudiler için önemi nedir? Bu sürgünün Yahudilik dininin bir anlayıştan ziyade bir hayat tarzı haline geldiğini söyleyebilir miyiz? Günümüzde Mescid-i Aksayı yıkmaya çalışmalarının sebebi Süleyman mabedinin yeniden inşa edilmeye çalışılmasının bir tahmini midir?
– Süleyman mabedinin yeniden yapılmasını istiyorlar, zaten bunun için de Mescid-i Aksa üzerinde çeşitli araştırma, bilmem arkeolojik kazı vs. maskesi altında orayı tekrar inşa etmek gibi bir devlet politikası olduğunu biliyoruz. Şimdi, orada son dönemlerde araştırmalar yapılıyor. Yani Ağlama Duvarı’nın yanında bir takım, duvardan dökülmüş taşlar vardı, Bu taşları Yahudiler kutsal olarak, Hz. Süleyman zamanından kalma, diye biliyorlardı. Fakat o taşlar üzerine bizzat Yahudi uzmanlar tarafından yapılan araştırmalar büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Çünkü bu taşlar aşağı yukarı 15. Ve 16. yüzyıla ait çıktı.
– Hazret-i Süleyman döneminden kalma değiller yani.
– Hiç, uzaktan yakından alakası dahi yok. Orası defalarca yandı, yıkıldı, tamir edildi. Zaten aradan geçen çok uzun bir zaman dilimi ve bunu arkeolojik olarak da ispat edebilecek deliller ellerinde yok. Dolayısıyla, burada, İsrail’in çok ciddi bir şekilde kendi tarihini kurgulamak çabasına şahit oluyoruz. Hatta yazarı Şlomo Sand olan “Yahudi halkı nasıl icat edildi?” isimli, konusunda çok iyi bir kitap yayınlandı, Türkçe olarak. Orada İsrail kurulduktan sonra, ya da kurulmadan hemen önce; “Filistin topraklarının gerçekte İsrail halkına ait olduğunu ispatlamak üzere bütün tarihçileri, arkeologları seferber ediyorlar. Bununla ilgili belgeleri toplamaya çalışıyorlar. İsrail halkı diye bir şey var ve bu İsrail halkı Yahudilerden oluşuyor ve bu Yahudiler sanki bir yekpare, bütünmüş gibi bir algı oluşturuluyor ve topluma; tıpkı bizim 1930’larda sanki bir tarih tezi gibi “Orta Asya’dan geldik, dünyaya medeniyet götürdük filan” işte o zamanki bu tarih operasyonları gibi, operasyonlar yapılıyor… Yani 1948’den bu yana yapılan şeyin adı bu. Dolayısıyla ne yapmak istiyor, hayır burası esasen Yahudi yurdu, işte burası vadedilmiş topraklar, burası zaten bizim öz yurdumuz, dolayısıyla burada bizim haklarımız var tarihî olarak. Filistinlilerin hakkı yok onlar sonradan geldi, gibi bir takım iddialar ortaya atıyor. Dolayısıyla bu tarih manipülasyonu orda da devam ediyor. Yani bu, Yahudilerin Romalılar tarafından Kudüs’ten çıkarılması, dünyaya dağılmaları ve arkasından gelen Diaspora dönemi, dünyaya dağılma dönemi. Bu dönemde neler değişti onların kimliklerinde, hangi farklı karakterleri kazandılar, bunlar iyi kötü araştırmalarla ortaya konmuş durumda. Ama özellikle Filistin toprakları, tarihte İsrail olarak adlandırılmadı. Burası Filistin olarak bilindi. Hiçbir zaman İsrail olarak bilinen bir yer, ya da Yahudilere ait bir toprak diye bir şey söz konusu edilmedi. Dolayısıyla biz bugün, mesela İsrail dememeye çalışmamız lazım. Mecburen bunu diyoruz ama orası Filistin!.. Orayı Yahudi yurdu haline getirmek için muazzam bir gayretin içerisindeler. Sadece şu ânı değil, tarihi de katlederek bunu yapıyorlar.
– İsrail Devletinin kuruluşuna uzanan süreçte Avrupa Devletlerinin, Yahudilerinin kendilerine bir devlet kurma fikrinde etkili olması ve özellikle de Antisemitistlerin bu fikre sıcak bakmalarındaki asıl maksat nedir?
– İsrail’in kuruluşuna giden yol, burada Avrupa merkezciliğinin bir baskısı var. Osmanlı üzerinde Siyonizmin kendi iç dinamiğinden gelen bir baskı var. Ama bütün Yahudiler Siyonist değildir, onu da söyleyelim. Bütün Yahudiler aynı olmadığı gibi bütün Yahudiler Siyonist değildir. Siyonistlerin de hepsi İsrail devletinin kurulması taraftarı değildir. Bir de böyle bir boyut var, şu an İsrail’de bile Siyonist olup da gayet; bizim gerçekte bir devlet kurmamız yanlıştır, gerçekte Mesih geldiğinde bizim devletimizi o kuracak, biz kurmak suretiyle onun yapacağı işlere müdahale etmiş oluyoruz, bu günahtır, bizi günahkâr duruma düşürür, günaha girmektense devletimizin olmaması daha iyi, tamam burada yaşayalım ama bir İsrail devletinin kurulmasının yanlış olduğunu, savunan bir çok Siyonist var. Bunlardan İsrael Shahak, Norton Mezvinsky gibi Amerika’da bu konuda kitaplar yazan birçok isimler söylenebilir…
– O zaman, biraz da “Yahudilere rağmen İsrail devleti” durumu…
– Tabi az önce bahsettiğim gibi, İsrail devletinin neden kurdurulduğu burada önemli. Birincisi Osmanlının içine, İslam dünyasının içine bir nifak bir tohumu ekilecek ve onun üzerinden bu bölge kontrol edilecek. Aynı zamanda bu bölgenin ve Doğu Akdeniz’in bütün trafiğinin kontrol edebileceği bir bölge olmasını ki, şimdi denizden doğalgaz yatakları da çıkıyor ve önemi daha da artıyor. Doğalgaz yataklarının da aslında sahibi, en azından şu anki dağılımda bile sahiplerinden birisi Filistinliler olmasına rağmen, bırakın onlar hissedar edilmeyi, her gün biraz daha toprakları ellerinden alınıyor. Burada böyle bir merkez kurulmasının aynı zamanda da Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı bu Yahudi aleyhtarlığı travmasını; bakın işte biz onlara devlet kurduk, biz vicdanımızı rahatlatıyoruz, diyebilecekleri bir ortam sağlamış oldular.
– Dolayısıyla burada iki üç çıkar bir araya gelip bir ortak noktada buluştu.
– Yani Avrupa’nın kendi vicdan azabı, öbür tarafta Siyonizmin kendi hedefleri, ayrıca da Osmanlı’nın parçalanması gibi üç hedef burada birleşince İsrail Devleti’nin kurulma çabaları 1897’den itibaren artık uygulamaya konulan bir proje oldu. İsrail bir projeydi ve bu proje maalesef başarılı oldu.
– Siyonistlerin II. Abdülhamit döneminde bir karşılık bulamaması ve bunun sonucunda İngiltere’ye yönelmesi ve İngiltere’nin Siyonist örgütünün en büyük ilgi odağı haline gelmesinin sebebi nedir?
– 1897’de Basel kongresiyle birlikte Siyonizm artık resmen teşekkül etmiş oluyor. Bunun başında da Avusturyalı bir Yahudi gazeteci olan Theodor Herzl geçiyor. Orada konuşulan mesele; Avrupa’da yaşayan Yahudilerin önünde büyük engeller var işte yakılıyor, yıkılıyor, asılıyor, kesiliyorlar… Her ne kadar Fransız ihtilalinden sonra biraz hukuki güvenceler verilmiş olsa bile, çoğunluğuna uymuyorlar. Özellikle de doğu Avrupa ülkeleri. Dolayısıyla; biz kendimize nasıl bir yaşama alanı oluşturabiliriz? İşte kimisi Arjantin’i teklif ediyor… İngilizler diyor ki: Şimdilik Osmanlı’nın elinde olduğu için biz orayı size vadedemeyiz ama Uganda bizim elimizde, oraya yerleşir misiniz? Yani size orada bir yer verelim… Onu kabul etmiyorlar. Bir ara Kıbrıs böyle bir yerleşim için düşünülüyor. Hem de yakın Filistin’e. Orası uygun olarak görülüyor çünkü Kıbrıs o sırada İngilizlerin işgali altında 1878 anlaşması gereği. Fakat bütün bu alternatifler gündeme gelmesine rağmen hiçbir zaman Yahudilerin para babaları tarafından, finansörleri tarafından kabul görmüyor. Diyorlar ki: “Biz bu işe para vereceksek, tek bir yer var o da Filistin toprakları. Bizim ancak oraya, yani bir devlet ya da işte bir oluşum her neyse, yatırım yapacaksak ancak oraya yapabiliriz, ancak size böyle para toplayabiliriz, bunun dışındaki yerlere biz yokuz diyorlar.
– İsrail Devletinin yeri için bildiğimiz pazarlık yani?..
– Theodor Herzl bakıyor ki bir sonraki kongrede bu tarafa yönelme var, o zaman ne yapalım Osmanlı devleti ile gidip açık açık konuşalım. Avrupalılar bizi asıyor, kesiyor… Siz de vaktiyle, bize İspanyollar orada katliam yaparken hatta dinimizi değiştirmeye zorlarken bize kucağınızı açmıştınız, böyle bir tarihi rabıtamız da var sizinle, diyerek… Bunları ikna etmeye çalışarak, eğer paraysa neticede Filistinli bankerlerden, para babalarından para toplayarak, borcun büyük kısmını biz ödeyebiliriz, diyerek daha doğrusu paranın her kapıyı açacağına inandıkları için, bunun olabileceğini düşünüyorlar. Ve bizzat Abdülhamit Han’a değil ama Abdülhamit Han’ın sarayında bulunan bir hukukçu var, Polonyalı bir hukukçu. Abdülhamit’in hukuk danışmanlarından yani Avrupa’nın hukukiyle ilgili problemlerde onun danışmalığına başvuruyor. Dolayısıyla onun vasıtasıyla bir teklif iletiyorlar. Diyorlar ki: Eğer bize Filistin’de başımızı sokacak bir yer verirseniz, bunun karşılığında biz de elimizdeki bütün imkânları kullanıp size 20 milyon altın sterlin veririz. Böyle bir teklifte bulunuyorlar.
Sultan Abdülhamit Han bunu duyar duymaz, hukukçu danışmanına öyle bir köpürüyor ki!.. O bunu Theodor Herzl’e aktarıyor. Theodor Herzl de bunu hatıratında:
Sultan Abdülhamit’in “Benim satılacak toprağım yok, biz burayı kanımızla aldık ancak yine bizim cesetlerimizi çiğneyerek alabilirsiniz. Siyonistlerin fazla parası varsa gitsinler, diledikleri yere harcasınlar. Ama paralarıyla bizi ikna edemezler.” diye sert bir cevap veriyor.
Bunun üzerine Theodor Herzl gene makul düşünüyor. Diyor ki; Mutlaka haklı tarafları var. Çünkü bir devlet başkanına, toprağını sat demek pek te yakışık almaz, diye haklı buluyor. O zaman ne yapalım diyor, bunu bir Osmanlıyı Kalkındırma Planına çevirelim, limanları, fabrikaları biz yapalım, tarımı geliştirelim… Bu işi kılıfına uydurarak, diyelim ki; Bize eğer böyle bir yer verirseniz, biz sadece kendimizi değil diğer bölgelerde de sanayi, ticaret merkezleri kuralım, biz de kazanalım siz de kazanın, noktasına gelelim. Biz sermaye getirelim siz de bize bir toprak parçası herhalde verirsiniz, şeklinde bir teklifte bulunuyor.
Şimdi, böyle bir teklifte gelince, Sultan Abdülhamit bunun üzerinde biraz düşünüyor. Sonra Theodor Herzl’i bizzat, bir defalığına kabul ediyor. “Herzl Hahambaşıyla birlikte gelsin” diyor. O da geliyor ve teklifini anlatıyor, diyor ki: “Osmanlı’nın kalkınma ihtiyacı var, biz de bunu temin edelim, yardımcı olalım, bunun için bir kredi anlaşması gibi sermayeyi getirelim. Sonra hangi şartlarda ödeneceğine dair şartları konuşalım. Bunun karşılığında biz de şunu istiyoruz” diye, sizin hamiyetperver devletinizin kanatları altına bizi alırsınız herhalde, tabi kılıfına uydurarak söylüyor bunları. Abdülhamit Han; “Bunu bana bir projelendirip getirin” diyor. Böyle söyleyince, bunun üzerine Theodor Herzl; “Ben söylediklerinizi yanlış anlamadım öyle değil mi? Bunun arkasını getirmemizi istiyorsunuz değil mi? Peki bunu dünyada duyurabilir miyim? Diye sorunca Padişah: “Evet duyurabilirsin” diyor. Herzl hemen Avusturya’ya telgraf çekiyor, neticede “Sultan bizimle anlaşmaya hazır, pazarlık başladı” diye bir yazı yazıyor.
Buradan aslında düz bir mantıkla baktığınızda Abdülhamit’ten beklenmeyen bir şey… Herzl gidiyor geliyor, oradan buradan para toplamaya çalışıyor. Buna diyorlar ki: Biz parayı vereceğiz ama ortada somut bir şey yok, sadece sana bir çalış gel demiş, yani bize bir berat versin yazılı bir garanti versin ki biz sana parayı verelim yoksa biz sana ne diye bu kadar parayı vereceğiz ki?
Onları ikna edemiyor, kalkıyor İstanbul’a geliyor. İstanbul’da saray yetkilileri ile görüşüyor ve diyorlar ki; Sizin nasıl bir şey yapacağınızı bilmediğimiz için size nasıl berat verelim ki? Böyle bir şey olabilir mi? Bizim işimize yarayan bir şey mi değil mi bir görelim, bunu görmeden biz veremeyiz, diyorlar.
Herzl iki taraf arasında mekik dokuyor. Bir süre sonra da şunu fark ediyor ki, Sarayda başka bir takım gruplar da görüşmeye geliyor; Fransız, İngiliz vs… Sonuçta, en sonunda iyice ümidini kestiği 1901 yılında bir telgraf alıyor “Acele İstanbul’a gel” deniyor. Büyük bir sevinçle geliyor fakat saraya giriyor ki, daha önce arasının iyi olduğu kendisine telgraf çeken adam bile ona yüz vermiyor. Kendisiyle daha önce ilgilenen kişiler pek ilgilenmiyor. Ne olduğunu pek anlayamıyor ve biri buna; “Biz Fransızlarla anlaştık” diyor. O da; “Ne yani, beni piyon olarak mı kullandınız?” diye karşılık veriyor…
Herzl şunu anlıyor ki, o sırada Fransızlarla bir kredi anlaşması yapılacak, kendisi pazarlığı kızıştırıcı bir unsur olarak kullanılmış, verdiği teklif hiçbir zaman ciddiye bile alınmamış. Bunun üzerine büyük bir öfkeyle İngiltere’ye geri dönüyor ve bu işi orada halletmeye çalışıyor. Bu hadisenin üzerine 1902 yılında İngiltere ile görüşmelere başlıyor, zaten 1904’te de ölüyor kendisi.
1902’den 15 yıl sonra İngilizler Yahudilerle birlikte Kudüs’e giriyorlar, yani bu süreç 15 yıl sürüyor.
– Düşmanlık başlıyor dolayısıyla Abdülhamid Han’a…
– Evet, onun orada bulunduğu sürece bazı şeyleri aşamayacaklarını biliyorlardı. Dolayısıyla onun devrilmesi gerekiyordu. Ondan sonra tecrübesiz kadronun iş başına gelmesi işte savaşa girilmesi vs. aslında bütün bunlar İsrail’in kurulmasına giden taşlar olarak yerli yerine oturdu. Yalnız Theodor Herzl’in kurnaz ve yetenekli bir adam olduğunu söyleyelim. “Şöyle bir 5-10 yıl veya en geç 50 yıl içerinde biz bu devleti kuracağız” diyor. Bunu söylediği tarih 1901 yıllarında 50 yıl sonra böyle bir devlet kuruluyor, böyle bir uzak görüşlülüğü olan birisi yani, onu da söyleyeyim.
– 1917 yılında ‘Balfour Bildirgesi’nin Siyonizmin uluslararası bir programa dönüşmesi ve Kudüs’e Yahudi göçünün hızlandırılmasındaki etkisi nedir? Bu bildirgeyle Filistin tarihinin değiştiğini söyleyebilir miyiz?
– 2 Kasım 1917 Balfour Deklarasyonu’nun yayınlandığı gün, ne oluyor? O gün İngiltere Dışişleri bakanı Lord Balfour, Yahudilerin hamisi olan bir milyonere Rothschil’de bir mektup yazıyor. Diyor ki: “Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması için biz destek veriyoruz, bunun arkasındayız. Dolayısıyla İngiltere devleti artık Siyonizmin arkasında olduğunu burada açıkça beyan ediyor tabi… Bu 2 Kasım günü Gazze cephesinde bir savaş meydana geliyor. Aynı gün, dikkat edin, 2 Kasım Balfour Deklerasyonu’nun olduğu gün Allenby komutasındaki İngilizler Beer Sheba’daki yedi kuyu olan yeri koruyan bizim kolordumuza bir atak hücum düzenliyorlar. Ve bu kolordu darmadağın olup, yeterli önlemi de almadığı için ve zamandan haberdar olamadığı için birdenbire geri çekiliyor. 9 Kasım, yani bir hafta sonra Kudüs düşüyor…
Yani burada önemli olan, o kolordumuzun başında kim var?
Birinci Gazze muharebesi olmuş bunu kazanmışız İngilizlere karşı… İkinci Gazze muhaberesi olmuş, kazanmışız. Bakın, üçüncü Gazze muharebesini kaybedip Kudüs’ün önünü açıp bu yenilgiyi başlatan kişi kim? İsmet İnönü…
Aynı gün, Balfour deklarasyonuyla aynı gün, bu beceriksizce yenilgiyi alan kişi bir kahraman olarak biliniyor! Bu anlaşmalı bir hadise mi?.. Yoksa gerçekten bir beceriksizlik mi?.. Her iki halde de zaten feci bir durum var! Ama bunun açıklığa kavuşturulması lazım…
Türk tarih yazımı maalesef buna girmedi ama bir tek Kress Von Kressentein, bir Alman komutan, o zaman Osmanlı Gazze birliklerinin başındaki komutan hatıratında; “İsmet İnönü’yü mahkemeye verdim, mahkemeden onu kurtardılar” diye yazıyor. Buradaki ihmal, kusur ve beceriksizliğinden dolayı mahkemeye veriyor, yani Divan-ı Harbe. Ve orada bir şekilde bu işin üzeri örtülüyor… Şimdi, Alman bile isyan etmiş buna, ama bizim Türkiye’deki kimse bilmiyor bunu ve kimse gündeme getirmiyor!..
– Nefes almadan dinliyorum sizi. Bunlar özellikle de bizim kuşağın bilmediği konular. Fakat bizden öncekiler de pek haberdar değildi, bildiğim kadarıyla…
– Evet, dolayısıyla bir sürü ihanetler zinciriyle Filistin yenilgisinden 1 yıl sonra, 1918’de, Mustafa Kemal’in başında olduğu 7. Ordu, 4. ve 6. Ordunun ortasından, yani ortadaki ordu olan 7. Ordu, savaşmayı kabul etmeden geri çekiliyor… Ne oluyor o zaman? İki taraf açık kalmış oluyor… Yani bunlar çekilecekse, birlikte düzenli olarak geri çekilmesi lazım, araya girmemesi lazım. Nasıl oluyor da bir ordu savaşmayı kabul etmeden geri çekiliyor? Ve İngilizler, ortadan girip orduyu dağıttıkları gibi, 10 günde Şam’a kadar çekiliyor. Günde 60 km geri çekilmek demek, tarihin en büyük kaçışlarından birisidir… Yani topuyla tüfeğiyle günde 60 km çekiliyorsun, yani düşünün olacak bir şey değil, kaçış yani resmen can havliyle bir kaçış…
– Bunlar bizim duymaktan ürktüğümüz şeyler! Bir koruma kanunu yok muydu? Bunların konuşulması ve yazılması yasak değil miydi yani? Ve bunlar siyaset değil mi?..
– Bunlar siyaset değil, bunlar tarih… Ben de tarihçiyim. Yaşanmış ve gerçek olan tarihi olayların hem de bunca yıl sonra hala konuşulmaması doğru mu? Bunları benim ağzımdan yazmanızda da bir sıkıntı yok.
Evet, şimdi bu kahramanları biz hafızamızın bir yerine yazacağız, dolayısıyla bu iç ve dış mihrakların birlikte tezgâhladıkları bir oyunla Osmanlı yıkıldı.
Nitekim bu Filistin hezimeti, Osmanlı’nın Mondoros mütarekesini imzalaması ile sonuçlandı. O zamana kadar eğer Filistin’de böyle bir hezimet olmasaydı yahut da yavaş bir çekilme olsaydı, Osmanlı devleti yine takviye birlikleri yollayacak, belki de düşmanı Şam’ın güneyinde bir yerde tutacaktı. Ama bu kadar hızlı bir geri çekilmeyi hiç kimse beklemiyordu. Bir de bunu yapan Çanakkale kahramanı olduğu için çok güvenmişler, ama orada ben size ‘ölmeyi emrediyorum’ diyen kişi Filistin’de güya bir askerini bile kaybetmemek için kuvvetlerini geri çekti, diye bir hikâye anlatılıyor, tabii ki bu hikâye pek inandırıcı değil…
– Bölgenin kaybından beri, yani bir asırdır orada akan kan durmadı ama o toprakların kaybediliş şekliyle ilgili bir ithamınız var, doğru mu anlıyorum?
– Komutanın görevi savaşmaktır, elbette askerini ateşe atacak hali yok ama sen savaşmayı neden kabul etmiyorsun? Düşman savaş açıyor, devlet seni oraya görevlendirmiş, sen ise geri çekiliyorsun. Dolayısıyla bu noktada, Balfour deklarasyonuyla, Kudüs’e girilmesinin getirdiği yenilginin aynı güne denk gelmiş olması, bana çok tesadüf gibi görülmüyor.
Dolayısıyla da burada İngilizlerin, Yahudilere; Tamam, biz arkanızdayız, demesi ve neticede 1917 den 30 yıl sonra bir İsrail devletinin kurulması gerçekleşiyor.
– İngiltere’nin Arap-Yahudi meselesini Birleşmiş Milletler platformuna taşıma nedeni ve BM’nin ön gördüğü taksim (paylaşma) planından bahseder misiniz?
– Şimdi tabi orda iki mesele var, taksim planını kabul etseler miydi yoksa etmeseler miydi? diye…
Baktığın zaman; kendi ülkeniz bölünüyor, dolayısıyla bu bölünmeye karşı bir direniş içine giriyorsunuz, reddediyorsunuz, imzalamıyorsunuz filan. Yahudiler imzalıyor, dolayısıyla onlara ayrılmış olan bölümün bir bakıma resmî işlemi tamamlanmış oluyor. Araplarınki tamamlanmamış oluyor, çünkü onlar bunu zaten kabul etmiyorlar, onaylamıyorlar. Bu aslında kurulmuş bir tuzaktı Filistinlilere karşı. Bu kadar gayri adil bir şekilde bölüşüm yapıldı ki, onların kabul etmemesi halinde de topraklarının işgale açık hale gelmesi amaçlanmıştı. Maalesef bu tuzağa düştüler. Yani mesela, bunu imzalamış olsalardı muhtemelen bu kadar kontrolsüz şekilde bir yayılma olmazdı benim kanaatim. Ama o anda ona karar vermek önemliydi. Bu kararı vermek te hiç kolay değildi açıkçası. Tabi, Filistin’deki o 30 yıllık İngiliz mandası tamamen demografik dengeyi değiştirici, oraya Yahudi göçünü teşvik edici ve tamamen İsrail devletinin kurulmasında, bir İsrail halkının orada bulunduğunu kanıtlayıcı bir takım tedbirler, kolaylıklar ve göç teşvikleriyle beraber gelişti. Neticede İngilizlerin oradaki hâkimiyet süreci, Yahudilerin belli bir demografik noktaya gelmelerini sağladı, böyle bir ortam hazırladı. Bunun üstüne bir de, işte Hitler’in yaptıkları da onlara büyük bir meşruiyet ve haklılık alanı açtı. Bu defa daha kitlesel olarak göçler başladı… Burada bilinmeyen bir husus var, o da; Lozan’ın Filistin’i İngilizlere teslim ettiği gerçeği… Diyeceksiniz ki, zaten 1917’de işgal edildi… Oranın resmen tapusunun devredilmesi çok farklı hadisedir. Lozan görüşmelerinde Filistinliler heyet gönderdi Türklere, eğer bir manda kurulacaksa bir Türk mandası kurulsun. Yeter ki bizi bu İngilizlerin eline teslim etmeyin, bunlar bizi çıtır çıtır yer! Ama bizimkiler kabul etmiyor… Biliyorlar ki bu İngilizler burayı dilim dilim bölecekler. Dolayısıyla Lozan antlaşması Ağustos 1924’de onaylanıyor, yani 1923’te imzalanıyor bir sene sonra tasdiki gerçekleşiyor. Bu tarihte bizim Lozan tasdik edilir edilmez, o gün Filistin’de İngiliz mandası kuruluyor. Yani o zamana kadar resmen kuramıyorlar mandayı… O zamana kadar, işgalcilerdi çünkü. Neticede burası hukuken onlara devredilmiş değil, Filistin’in bir bakıma boğazını kesen tarih Lozan olmuştur.
– Otuz yıllık İngiliz manda yönetiminden sonra İsrail devletinin bağımsızlığını tanıyan ilk devletin ABD’nin olmasının, Filistin politikasına bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bununla birlikte 15. Yüzyılda Avrupa’daki milliyetçilik akımından en az etkilenen Rusya’nın İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
– Yani Avrupa’nın Yahudilere karşı girişmiş olduğu bu ayrımcılık, zulüm filan, aleyhlerine o kadar büyük bir kampanyaya dönüştürüldü ki, onlar Almanya başta olmak üzere Avrupalılar hem Yahudilere tazminat ödediler hem de onunla iyi geçinmeyi bir bakıma sorumluluk saydılar. Çünkü onları tarih boyunca inim inim inleten insanlar olarak bunu yapmak zorunda hissetiler. Bir de şimdi karşılarında bir devlet olarak varlar. Kendilerine şöyle bir o İkinci Dünya Savaşı’nın arkasından başlayan Nazi propagandasıyla bütün Avrupa içerisinde bu Nazilere destek olan yapılar vardı, dolayısıyla onların İsrail ile iyi geçinmek gibi bir yükümlülükleri ortaya çıktı. Dolayısıyla onların iyi geçinmek durumda oldukları bir şey, ben daha da ötesini söyleyeyim; bir gazete kupürü bulmuştum. 1960’lı yıllarda Elvis Presley gibi popüler, çok büyük paralar kazanan sanatçıların İsrail’e ödemesi gereken aidatlar varmış! Onu ödemezlerse onlar aleyhinde basın kanallarında bir şeyler çıkartılıyor! Dolayısıyla onlar İsrail devletine resmen yardım yapıyorlarmış… Düşünebiliyor musunuz? Devletten bahsetmiyorum, sadece bir şahıstan bahsediyorum yani iş nereye kadar varmış görüyor musunuz? İsrail devletine bir bakıma borçlu olan bir kıta gibiler!
– Avrupa böyle, peki Amerika?
– ABD’nin Avrupa’da belki çok kötü bir sicili yok ama o da bir Yahudi sermayesi Lordu tarafından, bütün kapitalizmi döndürdüğü için, onların da öyle bir hâmîlik pozisyonu var. Yahudilerin de biraz Amerika’ya, bir nevi ahir zamanda kendinin buldukları Cristof Colomb’un bile Yahudi olduğu söylenir, kendisinin son Yahudi peygamber olduğunu iddia ederler! Yani o bekledikleri “özgürlük ülkesini onlara açan kişi” olarak bildikleri için, Amerika ile böyle bir ilişkileri var. Dolayısıyla Amerika da bunun karşılığında İsrail’in en büyük destekçisi olarak orada yer alır. Fakat İslam dünyası açısından meseleye bakıldığında ise, İslam dünyası da bir türlü kendi ayakları üzerinde duramaz hale getiriliyor. Yani devamlı, özellikle de son dönemlerde yaşananlar. Mısır biraz palazlanıyor, dizleri üzerine çökeltiliyor… Türkiye biraz bir şeyler yapmaya kalkışıyor, Türkiye’ye karşı bir operasyon… İşte biraz, Suudi Arabistan’da Faysal diye bir Kral vardı, uğraştı didindi ve İslam İş Birliği Konferansı’nı geliştirdi, Türkiye ile çok iyi ilişkiler kurdu, oldukça Türkofil bir insandı ama sonra o da akrabası tarafından öldürtüldü. Yani bu operasyonları düşündüğümüzde Türkiye’de de gördüğünüz gibi; Gezi olayları gibi olayların meydana getirilmesiyle, Rusya’ya karşı İsrail ile anlaşmak zorunda bırakılmak gibi, işin içinden çıkılmaz durumlar yaşatılıyor. Yani Mavi Marmara’dan, One minute’den sonra yapılan tehditler; günün birinde tekrar bize muhtaç olacaksınız, şeklindeydi. Ve nitekim şu an Suriye’deki durum, Türkiye içindeki durum, tekrar o düzleme getirilmeye çalışılmasını gösteren çok acı bir örnektir. Yani Rusya ile aramızı bozarak Batıya karşı o efelenme tarzımızın cezası verilmeye çalışılıyor! Yani bize karşı ilişkilerini iyi tut, yoksa zamanı gelince tekrar bize muhtaç olacaksınızın mesajı verilmeye çalışılıyor.
İşte Lozan’da da aynı şey vardı. Yani amaç burada Türkiye böyle bir duruma sıkıştırılmaya çalışılıyor.
EBRAR ARVAS SONUÇ
Sonuç olarak 14 Mayıs 1948’de Siyonist hareketin doğuşunu simgeleyen Basel’de Theodor Herzl’in temelini attığı Yahudi Devleti’nin Siyonist Teşkilat tarafından Basel’den tam 51 yıl sonra kuruluş bildirgesindeki “…bu belge Medinath Yizrael’in (İsrail Devleti) kurulduğunu ilan ederiz.” açık ifadesiyle gerçekleştirildiği görülmektedir. (Karaman, 1992:546).
Bu açıklamanın yapıldığı gün, hatta İsrail devletinin ilanından 11 dakika sonra, devleti tanıyan ilk ülke ABD olmuştur. Ve ABD’nin bu tutumu, İsrail’in uluslararası alanda tanınmasının yolunu açmıştır. Bu tarih itibariyle İsrail ile Arap devletleri arasında yıllarca sürecek savaşların fitili ateşlenmiştir. Bu anlaşmazlık ve çatışmalar günümüzde de devam etmekte olup, daha uzun yıllar sürmeye namzet görünmektedir.
Divanyolu dergisinden alınmıştır.