“Karşımdasın işte… / Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni / Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim” diyerek anlatıyor birkaç mısrada Nazım Hikmet, fotoğrafın hüzne bulanık, efsunlu yanını. Bazen başkalarına, bazen kendi suretimize ayna olup gözbebeklerimize doluşmuş hissiyatı içine sığdıran bir kare diyerek de tarif edebiliriz aslında fotoğrafı. Özel gün ve toplantılarımız, tatil günlerimiz, izdivacımız gibi hayatın can alıcı durakları fotoğraflarla can bulur, tabiri caizse “an”lar “anı” olur, albümlerimizdeki yerlerine buyurur. Peki, hoş zamanlarımızı tekrar tekrar yaşatan bu gizemli ve eşsiz karelerin öyküsünü merak ettiniz mi hiç?
O halde buyurun, 36 poz sürecek bir seyahate çıkalım.
Her yeteneğe hitap eden makineleriyle yaygınlaşan fotoğraf bugün bilimden sanayiye, belgecilikten sanata önemli işlevleri haiz. Aslına bakarsanız fotoğraf kavramına giriş yapmadan evvel fotoğrafın “karanlık oda”larından bahsetsek hiç fena olmaz. Fotoğraf filmi ve banyosunun yapıldığı ışıksız odaya karanlık oda deniliyor. 11. yüzyılda Arap bilginler, 15. yüzyılda Leonardo Da Vinci, 16. yüzyılda Giovanni Battista Della Porta karanlık oda denemeleri yapmışlar. 17. yüzyılda ressamlar portre çalışmalarında karanlık oda sisteminden yararlanmışlardır.
Devamı Derin Tarih Nisan Sayısında…