“Osmanlı Endonezya’ya en zor döneminde yardım etmiş” başlıklı bir gazete haberi; 1916 yılında Cava Adası’nda vuku bulan bir sel felaketi (tsunami?) üzerine Lahey’de oluşturulan uluslararası yardım komisyonuna Osmanlı Devleti’nin 25 bin kuruş hibe ettiğini bildiriyordu.
Aslında şaşırtıcı olmaması gereken bu habere hayretle yaklaşanlar olduğunu hatırlıyorum. Osmanlı Devleti’ni çok az tanıdığımızı bilmediğimiz gibi, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Tıpkı Hind Okyanusu’ndaki varlığını faaliyet ve icraatını bilmediğimiz gibi…
Amerika’yı keşfettiği söylenen Kristof Kolomb’un batıya giderek doğuya ulaşmak amacıyla yola çıktığı ve Hindistan’ı bulmayı beklerken tesadüfen Küba civarında bir sahile çıktığı sık sık tekrarlanır da, seyahatinin asıl gerekçesi, nedense zinhar telaffuz edilmez. Oysa Alman iktisat tarihçisi ve mütefekkiri Werner Sombart’ın da katıldığı iddialara bakılırsa Yahudi finansmanıyla yola çıkan Kolomb’un seferlerinin asıl amacı, bizzat kendisinin de seyir defterine kaydettiği gibi, başta Kudüs olmak üzere Kutsal Topraklar’ın Müslümanların elinden kurtarılması yönündeki kadim bir Yahudi-Haçlı tutkusunun devamıydı. Amacına ulaşırsa Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’ya, yani Hıristiyan dünyasına nehirler halinde akacak ve keşfedilen topraklardan elde edilecek gemiler dolusu altınla yeni Haçlı kuvvetleri tertip olunarak Müslüman diyarlarına doğru iş bitirici bir sefere çıkılacaktı.
Yeri gelmişken, burada tarihin ufak bir sırrını daha çıtlatayım size de, içimde kalmasın. Osmanlı Devleti kendi kıtalarına hapsedip topraklarının her geçen gün yeni bir parçasını daha bünyesine dahil ettikçe Avrupa halklarının içine düştükleri panik duygusuyla akıl almaz efsaneler imal ettiklerine şahit oluyoruz. Güya Müslümanların bulunduğu bölgelerin de ötesinde, Habeşistan’da büyük bir Hıristiyan Kral yaşarmış ve adı da “Doğu’nun Kralı” (King of the East) Rahip John (bir başka rivayete nazaran da James) imiş.
İşte bilim tarihini yazanlara göre, coğrafî keşiflerin arkasında yatan temel güdülerden biri, Doğu’da yaşadığı bilinen ama ismi olup da cismi bir türlü bulunamayan(!) bu güçlü Hıristiyan Kralı bulmak, kendisiyle temasa geçtikten sonra ondan gücünü Batı’daki Hıristiyanlarla birleştirmesini istemekmiş. Böylece Müslümanlara asırlardan beri bir türlü verilemeyen ağızlarının payını vereceklerini boşu boşuna ummuş durmuş Avrupalılar. Bu ilginç değil mi? Bir ara da Müslümanlara ‘cihad’ açan Şah İsmail’in bekledikleri ‘Hıristiyan Kral’ olup olmadığından şüphelenmişler ve kendisine büyük ümitler bağlamışlar.
Böyle bir hurafeyi bizim tarihimiz için anlatsak, memleketimizin güzide akl-ı evvelleri anında lafın üzerine çullanır ve ‘Zaten bu örümcekli kafa yüzünden geri kalmadık mı?’ teranesine yeni bir nota daha eklemenin zevkiyle sarhoş olurlardı. Ama aynı hurafelerin Avrupa’da ortaya çıkmış olduğunu bizzat kendileri bas bas bağırsa, gördüğünüz gibi, ya görmezden gelinir ya da ört bas edilir, ilerlemenin kıblesi olarak kabul ettikleri hayallerinde ürettikleri Avrupalılığa kat’iyen leke sürülmez.
Devamı Derin Tarih Eylül Sayısında…