İslamiyetin çevreye bakışı, çevrecilik denilen seküler akımınkinden çok daha ihatalıdır. Çevreyi sadece yatay düzlemde ele almaz, onu aynı zamanda kâinatın kutsal kubbesi altına da sokarak ele alır. Böylece ‘ot’, parktaki sıradan bir yeşillik olmakla kalmaz, aynı zamanda üzerinde ilahi ışığın tecelli ettiği bir ayet olarak imanını rükünlerine bağlanır. Bu sebepledir ki, İslamiyet dünya mabet anlayışına tabiatın içinde ibadet etme anlayışını getirmiştir. Mesela Budistler de diyelim okyanus kenarında yoga yaparlar ama mabetlerinin karanlık köşelerde binlerce mum yanar. Ve içerisi korkunç bir yanık mum kokusuyla kaplanır. İbadetin sizi tarafsız olarak bırakacağı o nesnel vasatı yakalayamazsınız bir türlü. Her şey sizi yönlendirmektedir, iradenizi esir almaktadır. Kurallar, heykeller şu bu. Hıristiyanlık daha da böyle. Üç nefli yapılan kiliselerin ana amacı, içeriye giren mümini yanlara sapmadan apsise yönlendirmektir. Yani hep bir yönlendirme ve inisiyatifini elinden alma tavrı hakim. Oysa Müslüman mabetlerine baktığınızda buna hiç gerek duyulmadığını görürsünüz. Cami içinde kimin nereye oturacağı hiç önemli değildir. İmam bile ruhbanlar gibi bir hiyerarşik makamın sahibi olmayıp cemaat tarafından seçilmiş bir görevliden ibarettir. Daha da önemlisi, özellikle Osmanlı camilerinde karşımıza çıkan, geniş pencerelerle tabiata açılan birer dev çadır görünümüdür. Namaz kılarken Sultanahmet’te denizi temaşa edebilir, selam verirken Bursa Orhan Camii’nde bahçedeki gülleri seyredebilirsiniz. İbadet tabiatın içine taşınmıştır adeta. Oysa Hıristiyanlıkta biliyorsunuz küçücük pencereler, dar kapılar filan şeytanların, kötü ruhların mabetlere girememesi için mahsus böyle yapılmış önlemler cümlesindendir.
Nereye getireceğimi anladınız sözü. İslamda mabetler bile tabiatla iç içe tasarlanmış, çevreden koparılmamış yapılardır. Bir mümin, temiz ve helal kabul edilen bir çevre içerisinde yaşar, ibadet eder, yok şeytan, yok iblis, yok kötü ruhlar, poltergeistlar filan demeden Rabbinin kendisine mescid eylediği arz üzerinde bu derin bilinçle yaşar, bu bilinçle camisini inşa eder, hatta bu bilinçle evini tasarlar. Özetleyecek olursak Seyyid Hüseyin Nasr’ın dediği gibi Müslüman, tabiata kendisine karşı sorumluluk hissedilmeyen bir ‘fahişe’ gibi değil, sonuna kadar beraber yürüyeceği bir ‘eş’ gibi bakar.
Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…