Başlıktaki hükmü yanlış okumadınız ancak yanlış anlayabilirsiniz. Cümle bana ait değil. Meşhur Osmanlı şehnamecilerinden Talikîzâde Mehmed Subhi Efendi’nin günümüze tercümesi. Öncelikle kimdir Talikîzâde ve nedir şehnamecilik, oradan başlayalım.
Osmanlı İmparatorluğu’nda tarihyazıcılığı devletin kuruluşuna nazaran geç dönemde başlamış ve farklı türde eserler ortaya koyulmuştur. Bu türlerin içinde en çok bilineni, bugün kronik eserler diye telâffuz ettiğimiz vekayinüvislerin yazdığı eserlerdir. Vekayinüvislik, devletin resmî tarihyazıcı müessesesine verilen isimdir. 18. asrın başlarında Halepli Mustafa Naima ile başlamış ve imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiştir. Bunun evveliyeti ise Fatih Sultan Mehmed devrinde başlayıp Kanunî Sultan Süleyman zamanında devamlı bir memuriyet hâline gelen şehnameciliktir. Her ne kadar arada ciddi farklılıklar1 olsa da şehnamecilik ve vekayinüvisliği resmî tarihyazıcılığının iki ayrı dönemi olarak değerlendirmek gerekir. İşte Talikîzade Mehmed Subhi Efendi, Seyyid Lokman bin Hüseyin şehnameci olarak vazifedeyken yerine tayin edilen şehnamecilerdendir. Talikîzade bu vazifedeyken ikisi mensur, biri manzum olmak üzere üç şehname kaleme almıştır. Bunlar Şehname, Şehname-i Hümayun (Yanık Seferi) ve Eğri Seferi Şehnamesi’dir. Bunlardan başka İran Savaşlarına dair de iki eser yazmıştır.
Talikîzade’nin Şehname-i Hümayun isimli eseri Christine Woodhead tarafından çalışılmış ve böylelikle Latinizesi yapılmıştır. 2 Müellif meşhur Yanık Seferi’ni anlatmakla birlikte Osmanlı padişahları için “yigirmi haslet-i hasene ve âdet-i müstahsene” kısacası yirmi güzel özellik belirlemiştir. Bu kısıma “Şemâilnâme-i Âl-i Osman” demiştir ki, bunu ayrı bir kitap olarak mütâlâa edenler vardır. Bunların içinde Haremeyn’e hizmetten, deniz ve karadaki hâkimiyete, İstanbul’da bulunmalarından şiir yazma istidatlarına kadar çeşitli vasıflar sayılmaktadır. Ancak bir tanesi vardır ki günümüzdeki salgın hastalıkları hatırlatan “vebaya yakalanmama” olarak tespit edilmiştir. Eserde on dördüncü hassa olarak belirtilen husus, “bera’et ‘ani’l-istinşak” olarak zikredilir. İstinşak gusül veya namaz abdesti alırken burna çekilen suyu ifade ediyor. Yani ibareyi tefsir edersek, devamlı temiz su ile hemhâl oldukları için veba illeti yaklaşamadı demek istiyor Talikîzade. Devamında bu meyanda “âl-i Osman’dan gelen şâhân ta’ûndan me’mûn olıgelmişlerdür” demektedir zaten. Osmanoğlunun hükümdarları taundan yani vebadan emin olmuşlar bu yüzden. Müellif bunu Allah’ın gizli bir sırrının açığa çıkması olarak niteleyip bu hastalığın halk sathında birçok kimsede görülmesine rağmen Osmanlı hükümdarlarını Allah bundan müstesna tutmuştur demektedir.
Tabiî burada metni üstünkörü okuyup akla ilk gelen yorumu yapmak, metni anlamamaktır. Zira salgın hastalıklardan korunmanın en mühim yolunun temizlik olduğu bugün bir defa daha ispat edilmiştir. Bırakın dönemin Avrupa’sını, bugün bile Batı’da akan su ile temizlik yapılmayan birçok ülke mevcut. Zaten küvetin mantığı da içini suyla doldurup girmek değil midir? Hele o dönemi düşünün! Buna mukabil hamamıyla, çeşmesiyle, abdestiyle, guslüyle memalik-i Osmaniye Batı’ya nazaran zemzem mesabesindedir adeta. Bu, temizliğe riayet edenlerin salgın hastalıklara kapılmayacağı mânâsına gelmez tabiî. Ancak paşa elbisesi giymekle paşa olunmayacağı gibi paşaların ‘paşa elbisesi’ giydiği unutulmamalıdır.
Devamı Derin Tarih Nisan Sayısında…