Bizim aile renkli simalardan oluşurdu. O dönemlerde “aile” şimdikiler gibi az kişiden oluşan cılız bir yapı değildi. Sadece büyük anneler-büyük babalar, halalar, teyzeler değil, büyük amcalar teyzeler de aile içindeydi.
Bizim ailenin renkli simaları arasında en çok ilgimi çeken iki kişi vardı: Büyük amcam ve büyük dayım. Biri dedem Dr. Osman Remzi’nin erkek kardeşi, diğeri babaannemin erkek kardeşi büyük dayım. Bu iki büyük karakter subaydı. Her ikisinin evlerinin salonlarında göğüslerinde İstiklal madalyası bulunan fotoğrafları asılıydı. Arif dayım Kadıköy tarafında, Asım amcam Beşiktaş’ta otururdu. Mütevazı evlerinin küçük bahçeleri çiçekten geçilmezdi. Büyük amcam, eski tabirle Miralay Mustafa Asım Bey’in iki oğlu, iki kızı vardı. Hepsi büyümüş, iş güç sahibi insanlardı fakat subay değillerdi. Amcam bahçesine çok meraklıydı. Kadıköy’de oturan, o da eski tabirle Miralay olan Arif Uysal’ın çocuğu yoktu. Onun da küçük mütevazı bahçesi rengarenk çiçeklerle bezenmişti. Bu iki kişinin hayatı ve başlarından geçenler, benim hayallerimi süsleyen tükenmez hikâyelerdi…
Mustafa Asım Bey askerî okulda Mustafa Kemal’den 5-6 sınıf küçüktü. Subay olduktan sonra Balkanlardaki bitmez tükenmez çete harplerine katılmış, zamanla rütbesi yükselmişti. Üsküp’te yaşayan, yine bir subay ailesinin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten ailenin en iyi şekilde okumaları için büyük emek verdiği beş çocukları olmuştu. 1. Cihan Harbi çıkınca türlü cephelerde çarpışmış, bu arada Yemen’e tayin olmuş, İstanbul’dan ayrılırken ailesini büyük abisi dedem Dr. Osman Remzi Bey’e emanet etmişti. Yıllar süren savaşlar ve esaret döneminden sonra 1918’de İstanbul’a dönmüş, ailesine kavuşmuştu.
Kemal Tahir’in bir romanında anlattığı gibi kendisiyle beraber savaştan dönen diğer subaylarla haftanın 2-3 günü Ayasofya Camii’nin önündeki meşhur kahveye gider, sonra da eski silah arkadaşlarıyla buluşurmuş. Hepsi Mustafa Kemal’i tanıyor, seviyor ve sayıyorlardı.
Nihayet Ankara’dan malum hazırlık işaretleri gelince bütün subaylar gibi Ayasofya’da namaz kılıp Ankara’ya giderler. Giderken yine ailesini dedeme emanet eder.
Ben çok meraklı olduğumdan bu hikâyelerin ayrıntılarını çok defa sorup dinlemiştim. Yengeme hep şu suali sormuşumdur:
– “Yenge, ikinci defa tekrar savaşa gitmesine niye müsaade ettin?” Yengem her seferinde
– “Oğlum! O zabitti, tabii ki harbe gidecekti. Onun işi bu” cevabını verirdi.
Bu arada büyük amcam Sakarya muharebesinde yaralanmış, göğsünde iki kurşun kalmış. Savaş meydanından hastaneye nakledilirken kendisini taşıtan doktora,
– “Sen hangi sınıftansın oğlum?” demiş. Hekim sınıfını söylediğinde büyük amca yattığı yerden gürlemiş,
-“Ben Tevfik’in amcasıyım, dikkat et” demiş ve bayılmış…
Yıllar sonra babamın neslinin tanınmış hocalarından, aynı zamanda benim de hocam olan bu genç hekim, her karşılaşmamızda bana, “Amcana selam söyle, ellerinden öperim” derdi.
Büyük amcam iyileşir iyileşmez cephedeki görevine geri döner. Savaş bittikten, çeşitli yerlerde subay olarak görev yaptıktan sonra 1930’lu yılların sonlarına doğru emekli olur. Beşiktaş’taki evinin salonuna göğsündeki İstiklal madalyasıyla çekildiği resmi asar. Sivil hayatını orada sürdürürken, biz ailenin gençlerine unutulmaz savaşları anlatırdı. Fakat Ankara’ya gitme lafı edilince Ayasofya’daki kahveyi, arkadaşları ile beraber orada aldıkları kararı mutlaka ayrıntıyla anlatırdı.