Tarihi anlamak ve ‘insanlık durumları’nı tespit edebilmek için Âdemoğlu’nun müracaat ettiği başlıca prensip, tarihi dönemlere ayırmaktır. Zira insanoğlunun yeryüzündeki serüveninin tahlili, sosyolojik olarak belli kırılmalarla vücut bulmuştur. Bu sebeple dönemlendirmeler çalışılacak konuların anlamlandırılmasında rol oynamaktadır. İnsanın tarihinin -insanın harici bir tarih olmaz, eşyanın geçmişi olabilir ancak- ilk takip edilebildiği nokta, tarımla iştigâl edilip hayvanların ehlileştirilmesiyle başlayan uzun bir geleneksel yekûna dayanır. Tarihin milâdı yazının icadı olarak kabul edildiğinde de zaten aynı tarihlendirmeye tekabül etmektedir. Siyasî tarih ve devletin ortaya çıkması da bu zaman diliminden müstağni değildir.
Aşağı yukarı MÖ 7000’li yıllara kadar giden bu tarihlendirme, yerleşik ve göçebe toplulukların izlerinin takip edilebildiği, hatta günümüzdeki Göbeklitepe arkeolojik kazılarında yeni bilgilere ulaşılabildiği bir dönem olup, bunun evveli “pre-historik” olarak kabul edilmiştir. Bu alan artık biyolog ve teologların tartışma sahasını ihtiva eder.
İşte bu tarım toplumlarının Sanayi İnkılabı’na kadar olan uzun tarihi boyunca insanlığın önündeki en büyük problemlerden biri, nasıl idare edileceğine çare aramak olmuştur. Modernite sonrası ortaya çıkan “ulus-devlet” modelinden evvel devletler ya şehir-devlet yahut imparatorluklar şeklinde idare edildi; binaenaleyh sistemler daha çok monarşi olmak kaydıyla az da olsa oligarşi ve cumhuriyet şeklinde zuhur etti. Monarşinin dışındaki sistemler ise coğrafî olarak küçük olan devletlerde görülmekteydi. Zira bir aileye idareyi bırakmaktan ziyade geniş katılımı sağlamak, binlerce kilometrekarelik topraklarda ve eski imkânlar muvacehesinde pek mümkün değildi. Bu sebepten klasik dönem siyasî tarihi biraz da hanedanların tarihi olmuştu.
Irsiyete dayalı monarşiler, Türk devlet geleneğindeki “kut” anlayışıyla da birleşince idareci ailenin güç ve otoritesi daha bir pekişmişti. Ancak her sistemin olduğu gibi monarşilerin de kendine has problemleri vardı. Avrupa tarihinde görüldüğü üzere, birbirine akraba olan hanedanların “vesayet savaşları” yahut Türk tarihinde hangi evlâda idarenin bırakılacağı gibi…
Osmanlı İmparatorluğu’nun tam mânâsıyla kurucusu olan Fatih Sultan Mehmed bu problemi iki usûl ile çözmeye çalıştı ve dönemin şartları göz önüne alınırsa gayet de muvaffak oldu. Birincisi, Türk devlet geleneğindeki veraset usûlünün olmayışını “kardeş katli” ile hâlletti. Bu sayede kardeşler arası kavgayı önleyerek iç savaş tehlikesini bertaraf etmeyi hedefledi. Diğer taraftan, bu kardeş kavgasını önlemek için geliştirilen “ülüş sistemi”ni de ortadan kaldırıp devletin kardeşler arasında pay edilip bölünmesini ortadan kaldırdı. Fatih bunu yaparken Avrupa’daki hanedanlar arası kavgayı da göz önünde bulundurmuş olmalıdır.