3 Zilhicce 1441 veya 24 Temmuz 2010…
Fatih Sultan Mehmed’in emaneti ve İstanbul’un Fethi’nin sembolü Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi açılıyor. Ayaklarım yollarda, aklım kalabalıkları yarıp da camiye nasıl vasıl olacağının planlarını iplere tespih gibi düzmekte, kalbim derseniz “Bütün bu sefil bahanelerden bana ne?” diyecek kadar Kızıl Elma’sına teksif olunmuş.
Kumkapı’dan Kadırga, Küçük Ayasofya mahallesi yoluyla Sultanahmet meydanına vasıl olduğumda benzeri nadir görülecek derecede bir kalabalık göğüslüyor fakiri. Sultanahmet Meydanı önünde polis tarafından barikatlar kurulmuş; bağırış çağırış derken atlıyorum, sonra bir barikat daha; kontrol noktalarında güçlük çıkaranlar da oluyor, fotoğraf çektirmek için izin isteyen sevgili okurlarım da…
Nihayet Cuma namazı için açık havada seccadelerini serenlerin arasından bir sis gibi süzülüp protokol kapısına varıyorum. O da ne? Önümde tekerlekli sandalye ile camiye götürülen bir Ayasofya sevdalısı namazı bekleyenler tarafından şiddetle alkışlanıyor. Bu halde bile tarihe tanıklık etmeyi arzu etmiş belli ki.
Nihayet içeriye girebildiğimde saat 12’ye yaklaşmıştı. Devasa giriş kapısından geçtiğimde Kur’an-ı Kerim sesleri kubbelere ve duvarlara çarparak kulaklarıma düşüyordu.
İnanamıyordum Ulu Mabed’in eşiğine vardığıma, daha düne kadar inanılmaz görünen bir hadiseydi çünkü.
Gözlerimi yumdum, açtığımda ayakkabılarım ayağımdan çıkmış, turkuaz renkli halıların üzerine basmaya kıyamazken buldum kendimi; ama ‘buldum kendimi’ hakikaten. Ve insan kendini kaybetmeden bulamıyormuş, bunu bir kere daha bittecrübe öğrendim.
Islak kirpiklerimi açtığımda secdeden yeni kalkan başımın Şeyh Galib’in Mevlevi semahanesini tavsif ettiği beyitleriyle çalkalanmakta olduğunu gark ettim:
Gözüm dûş oldu gördüm bir gürûhu hep külâhîler,
Aceb heybet, aceb şevket, aceb tarz-ı ilahiler.
Kimler vardı içeride?
Protokoldekileri kast etmiyorum tabii ki, ama kimler vardı hakikaten?
Tabii ki Ufukların Sultanı… Fatih Sultan Mehmed’in alnının secde izleri yerleri damgalamıştı.
Ya Akşemseddin hazretleri… Her köşede buhurdan gibi tütüyordu onun ruhu.
Molla Gürani’den Zağanos Paşa’ya uzanıyordu bu insan zinciri, Hızır Beğ’den Mimar Sinan’a ilmekleniyor, sonra Eşref Edip’ten Necip Fazıl’a bağlanıyor ve Ulu Mabed’in dış kapısında bana Afyon’dan, Karlsruhe’den, Malatya’dan kalkıp bu bitimsiz anı yaşamak için koşup geldiklerini yüzlerindeki sürur ve huzur ile haykıranların içten Anadolu seslerine karışıyordu.
Aralarından geçiyorum ve ıssız, sessiz bir köşe buluyorum kendime. Çocukluğumdan beri köşeler daima ilgimi çekmiştir, Ayasofya’da da bir ilki yaşayacağım ve ikinci defa secdeye varacağım yer kimsenin iltifat etmediği bir kuytu olmalıydı.
Girdim kuytuya. Kur’an tilaveti devam ederken arada kalkıp ettiğim secdeler şükür namazından hacet namazlarına el veriyor, her secdeden kirpiklerim biraz daha ıslanmış kalkıyordum.