Nasrî Sultanlığı ya da Gırnata Emirliği İber Yarıması’ndaki Hıristiyan krallıklar (özellikle Kastilya ve kısmen Aragon ve Portekiz) ile aralarında geçen uzun süren çatışmaların ardından, Muhammed bin Ahmer tarafından 1238’de kurulmuştur. Ancak 15. yüzyılın sonlarında gücünü ve varlığını yitirmiştir. Aragonlu II. Ferdinand’ın savaşçılığı ve eşi Kastilyalı I. İsabel’in gücü Hıristiyanlığı yaymak için birleşmiş, bu politika Ortaçağ tarihçisi Luis Suárez Fernández tarafından “máximo religioso” (en yüce din) olarak tanımlanmıştır.
Katolik kralların bu çabası, Nasrî topraklarındaki saldırı ve yıkımların olağanüstü biçimde yoğunlaşmasına, kalelerinin ve tebaasının kuşatılmasına yol açtı. 1482-92 arasındaki kısa zamanda Endülüs’ün son kalesi de Kastilya Tacı’na dahil edildi. Diğer yandan, Nasrî Sultanlığı yıllardır tahtta hak iddia eden akrabalar arasında oluşan hizipleşmelerle ve kanlı iç savaşlarla sarsıldı. Bunun sonucunda hazine ve savunma sistemi çöktü. Endülüs’ün uzun süren hâkimiyeti boyunca zor zamanlarında yardıma koşan, bilhassa Kuzey Afrika’dan ve diğer Müslümanlardan bu defa yardım gelmemişti. Çünkü II. Ferdinand, iyi bir asker olmasının yanı sıra usta bir diplomattı ve Müslüman Batı Afrika’nın neredeyse tamamı ile son derece iyi ilişkiler kurmuştu. Diplomatik ilişkilerin yeterli gelmediği durumlardaysa, güç argümanı sahneye çıkıyor ve kıyıları çevreleyen etkili bir gemi filosuyla Nasrîlerin muhtemel müttefiklerine gözdağı veriyordu.
800 yıl boyunca Arap-İslâm kültürü, İber Yarımadası’nın kültürel yapısının büyük bir bölümünde üstün bir rol oynamıştı. Bu süreçte bölgede yaşayan halkların dilleri arasında da etkileşimler oldu. Müslüman bölgelerinde çoğunlukla Arapça, Hıristiyan bölgelerinde ise -her ne kadar kültürel seçkinler tarafından gitgide özel kullanıma indirgenmiş olsa da- Latince kullanılmaktaydı. Yerel halkların dilleri üzerindeki hâkimiyeti neticesinde bu iki dil, özellikle saray mensuplarının da -yazılı veya sözlü olarak- bunları kullanmaları sebebiyle resmî devlet dili gibi muamele gördü. Fakat toplumun daha alt kesimlerinde, bilhassa iki krallık arasındaki sınırda, güncel hayatta, alışveriş gibi barışçıl ilişki örnekleri olarak ya da savaş gibi şiddetin arttığı dönemlerde, farklı dillerin kullanımı hususunda büyük bir rahatlık söz konusuydu. Zorunlu bir arada yaşama ve karşılıklı anlayış, şartların el verdiği ölçüde kültürel etkileşime ve kelime alışverişine de kapı aralamıştı.
Hangi döneme veya bölgeye bakarsanız bakın, yarımadada çoğunluğu oluşturan Müslüman ve Hıristiyanların yanı sıra, önemli miktarda bir Yahudi topluluğu da mevcuttu. Yahudileri önemli kılan hasletleri sadece hatırı sayılır nüfusları değildi. İçlerinde farklı yetenekleri sayesinde üst konumlara yükselmiş seçkin kimseler mevcuttu. Ancak en büyük hasletleri, ekonomik faaliyetleri nedeniyle yarımadadaki halkların hepsiyle güçlü bağlar kurmuş olmalarıydı. Coğrafî olarak kuzeyde, merkezde ve güneyde yaşıyorlardı. Yerleştikleri bölgenin sosyal ve politik atmosferine uyum sağlıyor, bölge yöneticisinin çıkardığı yasalar çerçevesinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Böylece çoğu durumda, egemen olan kültürün elinde belli dönemlerde acı çekmekten korunmuş oluyorlardı. Çünkü diğerlerinden farklı olarak, ekonomik hayatın pek çok alanında sağladıkları katkılarla tanınmalarının yanı sıra, tıp gibi alanlardaki üstün bilgi birikimleri de takdir ediliyordu.
Devamı Derin Tarih Ocak Sayısında…