Sömürgeciliğin en başarılı hamlelerinden biri olarak tarihe geçen ve 1885 Şubat’ında Berlin’de düzenlenen konferansta bütün taraftarlarca imzalanan anlaşma ile Afrika fiilen parçalanma sürecine girecekti. Tahmin edilenler kadar beklenilmeyen durumlar da dâhil yaklaşık 20 yıl alan bir zamanda kıtada işgal edilemeyen üç bölge kalmıştı. Bunlardan biri, bugünkü Libya olup henüz Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak varlığını sürdürüyordu. İkincisi, Amerika Birleşik Devletleri tarafından azatlık verilip kıtaya geri gönderilen çok az sayıdaki eski kölelerin idaresinde korunup kollanan Liberya idi. Üçüncüsü, en az beş asırdır Müslüman yöneticilerin büyük çoğunluğu hâkimiyetinde iken Hıristiyan Etiyopya krallığının denetimindeki bölge idi. Avrupalı sömürgeci yedi devletin, kendilerine ait gördükleri bölgeleri istedikleri gibi idare edebilmek için de yaklaşık 20 yıllık bir süreye daha ihtiyaçları vardı.
Nasıl olmuştu da bu devasa kıta, hiç beklenmedik şekilde, sözlü toprak iddialarını fiilî işgallerine çevirmişti? Gerçek anlamda dört dörtlük bir idareden bahsedilebilir miydi? Afrika gerçekten parçalanmış olabilir miydi ve eğer bu gerçekleşmişse, kullanılan yöntem neydi? Küçücük Avrupa’da asırlarca birbirleri ile savaşan, akan kanın hesabının sorumlusu milletler tarih boyunca belirgin olmayan farklı coğrafyalarda sınırları hangi usullerle çizeceklerdi? Bu ve benzeri birçok sorunun cevabı henüz tam anlamıyla verilebilmiş değil. Belki de hiçbir zamanda ikna edici açıklamalar olmayacak. Sebebi de herhangi bir mantık içinde belirlenmedikleri için ikna edici sonuçlara varılamayacak olmasıdır.
Avrupalı sömürgeci devletlerin Afrika sevdası ne zaman başlamıştı ve neden bu tarz bir girişimi dünyayı modernleştirdiklerini iddia ettikleri bir dönemece girerken uyguladılar? Bilhassa Büyük Roma’nın en gözde eyaletlerinin bugünkü Kuzey Afrika coğrafyasında olduğu, sıradan tarih bilgisine sahip Avrupalı insanca malumdu. Hatta bir ara yine kendilerinden bir kavim olan Vandallar tarafından 5. yüzyılda yağmalansa da kıtanın bu bölgesi bu defa da Doğu Roma, yani Bizans’ın idaresine geçmişti. Epeyce yerleşim yeri, önemsedikleri şahsiyet ve yaşayış biçimi, özellikle de gıda depoları konumunda bulunan araziler buradaydı. Fakat İslâmiyet’in 7. yüzyılda Arap Yarımadası’ndan Mısır’da başlayan tüm Berberi yurtlarına yayılması 70 yıl kadar sürerken, neredeyse 700/800 yıllık göz kamaştırıcı antik çağ da bütün değerleriyle kapanıyordu. Müslümanlar için altın bir çağ başlarken, onlar için içine düştükleri dogmalarla boğuştukları karanlık devrelere girilmiş oldu.
İber Yarımadası olarak da ifade edilen bugünkü İspanya ve Portekiz’in tamamını, kısmen de Fransa içinde ve Sicilya adası gibi İtalya’ya ait yerlerde etkin olan ve özellikle Endülüs ile insanlık medeniyetinin zirvesine ulaşma becerisi gösteren Müslümanlar asırlarca elde ettikleri üstünlükleri aralarında yaşadıkları gerginliklerle kaybettiler. Son idari merkez Gırnata’daki Beni Ahmer Hanedanlığı da 1492 yılında yıkılınca, adeta zincirden boşanmış gibi önce Portekizliler, ardından İspanyollar gidebildikleri her yere gitmeyi vazife bildiler. Birinciler daha çok Batı Afrika sahillerinde dolaşmaya başlamışlar ve 1470’li yıllarda Gine Körfezinde Sao Tome ve Principe adalarına kadar ulaşmışlardı. İspanyollar ise daha ziyade Akdeniz’de etkinlik alanı açıyor, özellikle Endülüs’ün adeta en büyük insan ve ekonomik kaynağı olan Kuzey Afrika’ya yapabilecekleri tüm hamleleri yapıyorlardı. Burada Mısır’da Memlükler, Libya ve Tunus’ta Hafsiler, Cezayir’de Zeyyaniler ve Fas’ta Sadiler gibi dört güçlü hanedan devleti vardı. Ancak Müslümanların İber Yarımadası’ndaki iktidarlarını kaybetmelerine sebep olan taht kavgaları ve Hıristiyan güçlerle birbirlerine karşı kurdukları ittifaklar İspanya’nın burada da işine yaradı. Zaten perdenin arkasında her türlü gelişmeyi yönlendiren Papalık da büyük beklentiler içerisindeydi.
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…