“Çocukken denizci olmak isterdim. Her yanıyla beni çekerdi deniz, bilhassa ufuk. Ufukta ne var sorusu 5-6 yaşlarımdan beri beni kurcalamıştır. Yaklaştıkça uzaklaşan çizgi…”
Sonsuzluk cevherini daha çocukken gözüne kestirmiş olmalı ki Teoman hoca, o yaşta meftun olmuş denize ve ufka. Hayali kaptan olmakmış. Gözlerini açtığında gördüğü o müebbed hat, bilinmeyene merakını tutuşturmuş günbegün. Ta ki liseden sonra ufkun gölgelediği meçhul diyarın hasretiyle, tercüman olarak iş bulduğu gemiye binip Norveç’e varana dek. Gemiden kaçıp kaptan okuluna kayıt yaptıracakken son anda vazgeçmiş. Kim bilir, belki de kendisini çağıranın arzın ufku olmadığına uyanmış o karlı Oslo sokağında. Ve o soruya: Öyleyse neyin ufku?
Denizden doğup felsefeye akan bu nehrin hikâyesi uzun mu uzun. Dilimiz döndüğünce özetlemeyi deneyelim.
Teoman Duralı Zonguldak Kozlu’da, Kılıç mahallesinde gelir dünyaya. Sene 1947. Annesi Alman asıllı Hilda Hanım; babası, son Osmanlı diye tanımladığı, elektrik yüksek mühendisi Sabih Beydir. Babası madenlere enerji veren elektrik santralinde vazifeli olduğu için dünyaya gözlerini bu Karadeniz şehrinde açmıştır. Kendisinden 16 yaş büyük bir ağabeyi, Kaya ve bir ablası, Şermin vardır.
Çocukluğu yeşilin mavinin kollarında geçer. “Büyüdüğüm yer diye mi bilmiyorum; hayatımda hiçbir yer bana buradan daha güzel görünmedi”. O bahçe senin, bu bahçe benim meyve aşırır. Arkadaşları bekçiler ve çobanlardır. Haylazdır, hiçbir yere sığamaz. Çobanlardan, yörenin büyüklerinden dinlediği hikâyelerle, efsanelerle, annesinin anlattığı Alman masallarıyla büyür. Bir yandan da merak duygusu ve keşif iştahı bir girdap gibi içine çekmektedir onu.
Okul çağı gelir lakin hürriyetini uçan kuşun kanadına teslim edecek göz yoktur onda. İlk gün kendi deyimiyle faciadır. Bir köy okulu. Kapalı yerde yaklaşık 70 çocuk vardır. Dayanamaz, üçüncü gün okuldan kaçar. Akşama da babasından “mebzul miktarda dayak”! “Okuma yazma öğreneceksin, diyorlar. Zerrece merak duymuyorum. Doğanın içindesiniz. Başka bir şey öğrenmeye en ufak bir eğilim, bir teşvik yok”. O ilk günden beri de arası bir türlü düzelmez okulla. Dersleri sevmez, hiçbirini!
Babası muhafazakârdır; bir o kadar da sarsılmaz bir adalet duygusu geliştirmiştir. İnsan doğduğu adla ölür der ve annesini kişiliğini, kimliğini terk etmesi noktasında sıkmaz. Annesi de bunu ziyadesiyle takdir eder. Ödeve, sadakate ve vefaya tapan bir kadındır annesi. Babası da şerefe ve namusa… Teoman Duralı’nın ifadesiyle, “temel bir noktada ikisi aynı kumaştan dokunmuş” gibidir.
Babası 1954’te milletvekili seçilince Zonguldak’taki “cennet hayatı biter ve Ankara denilen cehenneme gelirler”. “Ankara’da dehşetli bir hüzne kapıldım. Ovam, dağım, denizim, ormanım yoktu. Büyük bir hüzün sardı beni. Kendimi müthiş yalnız hissettim.” İlkokulun kalan yılları, ortaokul ve lise dönemi burada geçer. İkmale kalmadan geçtiği yıl yok gibidir. Mesela orta birin sonunda karnesinde 13 kırık vardır. Hatta bu karneler yüzünden annesi dönem sonlarında konu komşu sorgusundan çekinip sokağa çıkamaz hale gelir…
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…