Dönem filmi, yani tarihî film çekmek zordur. Canlandırılacak olaylar ve kişiler hakkında çoğu zaman detaylı bilgiler çıkar karşınıza. Bu da, kim anlatırsa anlatsın, sinemada tarihî olayların anlatımını göreceli hale getirir. Özellikle karakter seçimleri, mizansen ve diyaloglar sübjektiftir, senariste ve yönetmene göre değişir. Hatta kimi zaman kostüm ve aksesuarlar da böyledir. Dönem filmlerinde asıl olan, o dönemin, olayların ve kişilerin ruhunu doğru yansıtabilmektir. Burada iki büyük sorun söz konusu. Eğer anlatılacak dönemde bilgi kirliliği varsa bunu aşmak bazen o kadar kolay olmuyor. Yakın tarihimiz gibi… Yakın tarihimiz yalan bilgilerle dolu ve kimi kanunlarla korunuyor. Biz bu döneme ait konuları anlatmakta zorlanıyoruz, hatta çoğu netameli olaylara dokunamıyoruz bile. Ama Selçuklu veya Osmanlı dönemi öyle değil. Bu yüzden o döneme dair istediğiniz yorumu yapmada ve o dönem ruhunu dilediğiniz gibi yansıtmada özgürüz. Kimi yönetmenler, bu özgürlüğe rağmen, o dönemin ruhunu anlamadıkları için olayları ve karakterleri yansıtmada tarihe ihanet edecek yanlışlara sürükleniyorlar ya da ideolojik hırslarıyla olayları çarpıtıyorlar. Bunun en kepaze örneği, IV. Murad’ın homoseksüel bir Moğol tiplemesiyle canlandırıldığı, Mustafa Altıoklar’ın “İstanbul Kanatlarımın Altında” filmidir. Yine Lütfü Akad’ın çektiği “Vurun Kahpeye” de bu tür ihanet örneklerinden biri.
Uyanış: Büyük Selçuklu dizisinde böyle bir ihanetin zerresini göremezsiniz. Aksine o dönemin olaylarını ve kişilerini yansıtırken kadim kültürümüzün kokusunu çekersiniz içinize. Belki şu söylenebilir: Devlet-gelenek eksenli yorum çok baskın. Bir Diriliş Ertuğrul’da, bir Payitaht Abdülhamid’de gördüğümüz “i‘lâ-yi kelimetullah” eksenli bir bakış öne çıkmalıydı, derim. Herhalde sonraki bölümlerde bu eksiklik giderilecektir. Ayrıca, dizinin entrika anlayışı da bana pek doğru gelmedi. Entrika dizinin vazgeçilmezidir. Reyting belası yüzünden %80’i çoğunlukla kadınlar ve çocuklardan oluşan seyirci kitlesini çekebilmek için entrika ve bunun beraberinde getirdiği şiddet ve gerilim, biraz da kadınlar ve aralarındaki dedikodular, fitne fesat, bir dizinin olmazsa olmazıdır. Bu anlaşılır bir şey. Ama tarihî bir diziye bir polisiye film gibi tamamen entrikanın, hem de şablon bir entrikanın hâkim olması ve buna karşılık o dönemin toplumsal ambiyansının arka planda bırakılması ne kadar doğru?
Oyuncu seçimleri çoğu yerde çok başarılı duruyor. Kimi yerde nasıl böyle biri seçilir diye düşündüğüm, kimi yerde çok amatör bulduğum tiplemeler yok değil. Ancak böyle bir eleştiri görecelidir ve haddi aşmak olabilir. Bir diziden beklenen, seçimi ters gelen bir oyuncuyu seyirciye benimsetmesidir. Ki Uyanış: Büyük Selçuklu bunu başarıyor. Seyirci de diziye zaten gereken ilgiyi gösteriyor. Olayların ne kadar bilineni yansıttığı; dekorların, aksesuarların, kostümlerin ne kadar doğru ya da yanlış olduğu, tarihçilerin sorumluluğuna girer. Planlamanın, oyuncu yönetiminin, kurgusunun vesair… niye öyle değil de böyle olduğu ise yönetmene has konular. O alana girmeyi edepsizlik addederim. Bir yönetmeni bir başka yönetmenin eleştirmesi zaten etik değil. Benim bu tespitlerimin, birer eleştiri olmaktan ziyade, o dönemin ruhunu anlamada ve yansıtmada bir katkıda bulunma çabası olarak algılanması gerekiyor. Çünkü bu tür yapımlardaki başarı sadece o diziyi çekenlere mahsus değildir! Sonuç olarak çok iyi kurgulanmış, seyirlik bir dizi var karşımızda. Reytingler de bunu söylüyor zaten. Bize de alkışlamak düşer.
Devamı Derin Tarih Kasim Sayısında…