Her 17 Nisan’da Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü kutlanır, aynı ideolojiden gelenler okulların kapanmasına hayıflanır durur. Ancak bir zamanlar onları şiddetle eleştirenlerin torunları sessiz sedasız izler onları. Unutmuşlardır neredeyse üstadların yazdıklarını. Burada bir hafıza tazelemesi yaparak milliyetçi-muhafazakâr camianın iddialarını dile getireceğiz. Geçmişte bu meseleyi tartışmaya açan ve komünizme karşı çıkanlar elbette olmuştu. Bunların Türkçü ve Turancı kolunu Nejdet Sançar, Osman Yüksel Serdengeçti, Nihal Atsız ve Fethi Tevetoğlu oluştururken, muhafazakâr ve İslamî kanadının ön safında Necip Fazıl ve Peyami Safa’yı görmekteyiz.
“Köy Enstitüleri” bir Türk buluşuymuş gibi yüceltilir. Halbuki bu benzerleri 140-150 sene evvel Amerika’da, daha sonra Afrika’da, hatta Sovyetler Birliği’nde kurulmuştur. Ama onlarınki “ağzı burnu yerinde, kurulduğu yerin bünyesine tamamıyla uygun müesseselerdi.”
Köy Enstitüleri meselesine sert eleştiriyle dahil olan ve onu “Türkçülük-Moskofçuluk mücadelesi” olarak tasvir eden Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar mücadelenin yıllar sürmesinin sebebini “Çünkü mesele, Türk umumî efkârına aslî mahiyetinden çok, gerçeğin yüz seksen derece aksi bir şekilde anlatılmıştır” diyerek izah ediyordu. Bu açıklama halkın, bilhassa köylünün kandırıldığına dair bir iddia olmanın ötesinde uyanış meşalesini yakacak kıvılcımlardan biriydi.
Bazı gazete ve dergiler, bilhassa bunun üzerinden iktidarını sağlama alan yayınlar bu iddiaları tekrarlaya tekrarlaya okurların kafasında Köy Enstitüleri meselesi hakkında gerçekle ilgisiz inançlar meydana getirmişlerdi. Bu grup bu okulları “Türk köyünün ve köylüsünün kalkınmasını sağlayabilecek tek maarif yuvaları” olarak görüyordu. Çünkü bu bize bir madalyon gibi sunulmuştu. Bir madalyonun tek tarafına bakarak hüküm vermek insanı her zaman yanıltır. Madalyonun arkasını çevirdiğimiz zaman görülen iki gerçek var: Bir kere Köy Enstitülerinde pratik bilgilerle silahlandırıldıkları söylenen gençler, öğretmenlik vasfını tamamen kazanmış olarak yetiştirilmemektedir. Çünkü bu sistem “on parmağında on marifet!” insanlar yetiştirmek esasına dayanmaktaydı. Serdengeçti’nin tabiriyle “Peygamberi İsmail Hakkı Tonguç, (hâşâ) Allah’ı da Hasan Âli Yücel”di. Demircisinden marangozuna kadar her meslek icra edebilecek vasıfta yetiştiriliyordu(!) Yani hem öğretmen, hem çiftçi, hem bahçıvan, hem marangoz, hem inşaatçı… Hâlbuki bu okulları kuran zihniyet Batı aklını örnek almaktaydı. İşte tam da burada keskin bir dönüş bulunuyor. Batı’nın kendine tatbik ettiği en mühim bir husus ihtisastır. On parmakta on marifet demek, “yüzyılların gerisinde kalmış devirlerin bu zihniyetine dönmek istemek” demektir. Eski ilk mektep mezunlarının karşısında bile “gık” diyemeyecek kadar bilgiden mahrum, talim ve terbiye yoksunu bu öğretmenler kalkındıracaktı milleti, öyle mi? Öyleyse neden enstitüleri kendileri yapmadı? Enstitülerin milyonlar harcanarak müteahhitlere yaptırıldığı, bu halde de “tuğlaları biz yoğurduk, biz kestik, pişirdik ve bunlarla enstitüleri biz yaptık” iddialarının bir masal olmaktan öteye geçemediği açıktır. Fakat ikinci ve daha mühim olanı, enstitülerin birtakım kimseler vasıtasıyla “kızıl fesat yuvaları” haline getirilmiş olmalarıdır.
Devamı Derin Tarih Ocak Sayısında…