Bazı insanların fikir ufukları devirlerinin ötesine uzanır. Sibirya Türklerinin liderlerinden, seyyah, yazar, bilgin bir şahsiyet olan Abdürreşid İbrahim de o nadir şahsiyetlerden biri. Çocukluğundan vefatına kadar çok yönlü olumsuzluklarla boğuşmak zorunda kalmıştır: Türk dünyası ve İslâm âleminde boğucu bir atmosfer hâkimdir. Türkler Rusya ve Çin başta olmak üzere koyu bir esaretin altındadır. Müslümanlar benzer saldırıların hedefi, zihnen parçalanmışlığın zebunu durumundadır.
Bu tür ortamlar mağlubiyet acısını tadan, esaret çemberinden geçenler üzerinde yıldırıcı, hatta emperyalistlere meyli artıran bir havayı da beraberinde getirmektedir. Bu hava, sömürgecilikten geçinen, insanlıktan nasipsiz güçlerin en mühim güç kaynakları durumundadır. Ezik, mağlubiyet yılgını, kendi değerleri hususunda ümitsizlik pençesine düşmüş olanların güce, yani “tek dişi kalmış canavara” tutundukları demlerdir bunlar. Hem sömürgecilerin acımasızlıklarından şikâyet ederler, hem de hayatta kalmanın yolu olarak cellatları ile bütünleşmenin kurtuluş çaresi olduğuna inanırlar.
İşte bu durum sömürgecilerin yerli aleti olmak, devasa soyguna katkıda bulunmak demektir. Gönüllü celladına bağlılık, iradî tutsaklık, yerli maşalık böylece normalleşir. Bunların ardından, güç sahiplerinin kültürünü, kıyafetini benimseme, onlara benzeme, onları yücelterek doğup büyüdüğü coğrafyada emperyalizmin ücretsiz yayıcılığını yapma gelmektedir. Yerli ve millî değerlere bağlı kalma, böylelerinin gözünde ötekileştirilme sebebidir. Rus, İngiliz, Amerikan ve Fransız mandacılığı modadır. Mandacılar kendilerini ileri, modern, gelişme yanlısı olarak telkinde “efendileri” adına başarılıdırlar. Aslında ilim, irfan, yerli teknoloji geliştirme gibi bir çabaları, endişeleri yoktur. Ama modernlik paravanı arkasında emperyalizme karşı durabilecek değerler ve kültürel varlıklarla savaşan yol temizleyicileri olduklarını görmezler. At izinin, it izine karıştığı bu ortamlarda, ölesiye bir mücadele veren, mandacılığın her türlüsüne direnip sömürgecilerin yayılma çabalarına karşı duruş ortaya koymak isteyen kültür bahadırları, düşünce adamları çıkmıştır. Abdürreşid İbrahim (ö. Tokyo, 17 Ağustos 1944) ve Türkiye’deki gönül dostu Mehmed Âkif (ö. İstanbul, 27 Aralık 1936) onlardandır.
Bildikleri yol, kültür ve değerler varlığının kudretine dikkat çekme; Hıristiyan medeniyetinin kıyıcı, gaddar yayılmacılığına karşı İslâm medeniyetinin alternatif oluşturduğunu gösterme; düşüncede, işte, fikirde, dilde birlik olmaktır. Öncelikle fikirde uyanış gereklidir ve bu bir ütopya değildir. Hayal olsa bile yanlış değildir. Bu yüzden Abdürreşid İbrahim’i gençlik çağından vefatına kadar tükenmez bir enerjiyle, çağının Evliya Çelebisi misali Sibirya’dan Japonya’ya, oradan İslâm ülkelerine, Afrika’dan İskandinav ülkelerine kadar dolaşan, konferanslar veren, kitaplar, makaleler yazan, yeri geldiğinden Konya’nın Böğrüdelik köyünde çiftçilik yapan ama gözlerini dünya semalarında dolaştırmaya devam eden bir vatansever olarak görüyoruz.
Onun gözünde Türk birliği, İslâm ittihâdı imkânsız değil, muhakkak gerçekleştirilmesi gereken bir hedeftir. En dehşetli yıkım anlarında bile o ideale tutunup kendisini yenileyen bir mücahit olarak mücadele eder. İtalya Trablusgarb’a saldırdığında Trablusgarb’da, Rusya Kafkaslara hücum ettiğinde Sarıkamış’ta, İngiliz Irak’ı vururken Bağdat cephesindedir. Soranlara, “ileri yaşımda düşmana kurşun sıkamazsam, savaşan askerlere su da mı dağıtamam” diye karşılık verir.