İslâm düşünce ve tasavvuf tarihinin önemli isimlerinden Muhyiddin İbnü’l-Arabî 1165 yılında Endülüs’ün güneydoğusundaki Mürsiye (Murcia) şehrinde dünyaya gelir. Özellikle “vahdet-i vücud” teorisiyle bilinen İbnü’l-Arabî’nin ilmî otoritesi kendisine “Şeyhü’l-Ekber” denilmesini sağlamıştır.
İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine seyahat ettikten sonra Dımaşk’a (Şam) gelir ve görüşlerinin muhtasar bir örneği olarak görülen Fusûsü’l-Hikem adlı eserini 1230’da burada neşreder. 1240 senesinde vefat ederek Şam’ın kuzeydoğusundaki Sâlihiye’de bulunan Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına defnedilir. Zamanla bölgede hâkim olan tasavvuf karşıtı görüşlerden kaynaklı olarak kabri bakımsız kalmış ve kaybolmuştur. Yavuz Sultan Selim, Mercidabık Savaşı sonrasında Mısır’dan dönüşünde Osmanlı uleması arasında muteber bir yere sahip olan İbnü’l-Arabî’nin kabrini bir keşif sırasında bulur ve üzerine yaptırdığı türbenin yanına cami, imaret ve tekkeden müteşekkil küçük bir külliye tesis eder.
Burada bir parantez açalım ve Yavuz Selim’in, kabri nasıl bulduğuna ilişkin anekdotu aktaralım. Denilene göre İbnü’l-Arabî bir kitabında, “Sin Şın’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” yazmıştır. Yavuz Selim, kendisine seferde refakat eden şeyhülislamı Kemalpaşazâde ile birlikte bu ifadeyi tetkik edince, bir harf sembolizminin olduğu sonucuna varır. Buna göre Sin (Yavuz Sultan) Selim’i, Şın Şam’ı, Mim de Muhyiddin’i karşılamaktadır. Bu düşünce, Yavuz Selim’in İbnü’l-Arabî’nin kendisinden kabrinin bulunmasını talep ettiği bir rüya görmesiyle pekişir. Sultanın yerini arattığı kabir nihayet toprağın derinlerinde bulunur. Yavuz Sultan Selim adına oğlu Kanûnî Sultan Süleyman tarafından İstanbul’un Fatih ilçesinde, Haliç’in dik yamacı üzerinde kurulmuş olan külliyedeki türbesini ziyaret ederseniz, sultanın sandukasının yanı başında “Sin Şın” taşının bulunduğunu görürsünüz. Derviş Hasan tarafından teberrük edilmiş bu taşta, İbnü’l-Arabî’nin kitabında yazdığı söylenen ifadenin Arapçası yazar:
“İza dehale sînün fi’ş-şîn zahara fî kabrihî Muhyiddîn”
Her ne kadar bu tür hikâyeler cazip olsa da, hadise vuku bulduktan sonra böyle bir rivayetin yayılması ihtimal dahilindedir diyerek bu hususa bir “mim” koyalım. Hakikat şu ki, İbnü’l-Arabî’nin türbesi Osmanlı için daima ihtimam gösterilen bir mekân olmuştur. İşte tam bu noktada, bugün türbenin girişinde bulunan iki kitâbeye yakından bakalım.
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…