Ortaçağ Avrupa için Kilisenin ölümcül tahakkümü, koyu bir insan-bilim-din çatışması demekti. Oysa aynı dönem İslam dünyası için bambaşka bir anlam taşıyordu. Endülüs Avrupa’daki vahşet sahnelerinden uzak, İslam medeniyetinin en parlak halkalarından biri olarak ışıldıyordu.
İlim ve kültür sahasında döneminin en başarılı, en parlak öğrencisi olan Endülüs’ten bilim tarihi yazarları övgüyle bahsederler. Ayrıca felsefe, edebiyat ve güzel sanatlarda da zirveyi teşkil eder bu öğrenci. Mürsiyeli İbnü’l-Arabî gibi çok sayıda âlim, düşünür ve sanatkâr Ortaçağ karanlığını delen fenerler misali ışık saçarlar Batı Avrupa topraklarına. Herhalde Endülüs toprakları, üç İbrahimî dinin barış içinde yaşayıp ortak kültür ve medeniyet geliştirdikleri ve bunu uzun süre devam ettirdikleri tek merkezdi Avrupa’da. Yeri gelmişken belirtelim, bugün bazı Batılıların Endülüs’ün bu özelliğini yalnızca nostaljik bir unsur olarak telakki etmeleri çok da kayda değer değildir.