Çarlık döneminde Rus işgaline maruz kalan Türkistan coğrafyası, tahakkümü altında kaldığı bu rejimin 1917 yılında çökmesiyle kurtuluşa ulaşamamış, kurulan Sovyetler Birliği’nin baskıcı politikalarıyla 20. yüzyılın sonlarına varıncaya kadar büyük sıkıntılar yaşamıştı. Sovyetler yıkılmış olmasına rağmen bu dönemde yetişmiş, adeta Ruslaşmış yerli isimlerin Türkistan coğrafyasında önemli mevkilerde bulunduğunu hesaba katarsak, bu zaman zarfında Türkistan toprakları insanî, kültürel ve fikrî mânâda ciddi kayıplar vermiştir.
Bugünkü sınırları itibariyle Türkistan coğrafyasının Buhara, Hîve, Semerkant gibi kadim İslâm şehirlerini bünyesinde barındıran Özbekistan da Rus işgalinden darbe alan ülkelerden biridir. Taarruz edilen hedeflerin başında Rusların yok etme stratejisi ile giriştikleri Özbek dili geliyordu. Kültür yapılarını yok etme ve Ruslaştırma politikaları, Türkistan’ın diğer yerlerinde olduğu gibi Özbekistan’da da uygulanmıştı. İslâm tarihinin en nadide merkezlerine sahip olan bu topraklarda Özbek dili 9. yüzyılda kurulan Karahanlılar döneminde kullanılan dilden beslenmiş; Yusuf Has Hâcib’ın Kutadgu Bilig’i, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügâti’t-Türk’ü, Edib Ahmed Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakâyık’ı ve tabii ki Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i gibi eserlerin berrak Türkçe pınarlarından akan suyla gelişip serpilmişti. Hârizmşahlar ve Timurlular devrinde kökleri sağlamlaşan bu dil, Ali Şîr Nevâî ve Hüseyin Baykara ile hayat bulmuştu. Arap harfleriyle oluşturulan eser yekûnu bu dönemlerle sınırlı kalmayarak Özbek Hanlıkları döneminde de devam etti. 17. yüzyılın kudretli hanı Ebülgâzi Bahadır Han’ın meşhur Şecere-i Terâkime’si de bunlardandı. Gelinen noktada Çağatay dili, Özbek Türkçesinin bu dil üzerindeki hakimiyeti sebebiyle artık kısaca Özbekçe olarak anılmaya başlandı.
Sovyetler’in ihtiyaç duyduğu kafa yapısındaki kişilerin yetiştirilmesinin önünde engel olarak görülen dil, özellikle Josef Stalin ve sonraki dönemlerde ideolojik bir saldırıya tabi tutuldu. Komünist Merkez Komitesi’nin 1932 yılındaki bir kararı ile Özbek edebiyatı ve dili teşkilatlarının kapatılması savunma mekanizmasını da işlemez hale getirdi. İki yıl sonra kurulan Özbekistan Yazarlar Birliği, tam olarak Sovyetler’in uygulamak istediği politikayı icra ediyordu.
“Lisanı yozlaştırma” politikasından sonra sıra alfabeye gelmişti. Asırlar boyunca İslâm dünyasının ortak alfabesi olan, bundan dolayı “Arap alfabesi” değil de “İslâm alfabesi” tavsîfi daha yerinde olan bu alfabe, diğer Türk toplumlarında olduğu gibi Özbekler tarafından da kullanılıyordu. 1929 yılında tepeden inme bir karar ile İslâm harfleri yerini bir başka alfabeye bıraktı. İşin ilginç tarafı, dayatılan bu yeni alfabe Rusça ile adeta özdeşleşmiş olan Kiril değil, Latin alfabesi olmuştu. Bu da bilinçli bir plan çerçevesinde yapılmıştı. Latin harflerinin getirilmesiyle ilk olarak Özbeklerin İslâm kültürü ve İslâm dünyası ile bağları kesilmiş olacaktı. Ruslar millî bir unsur olarak dile hücum ederken, Özbekleri yüzyıllar boyunca entegre oldukları çok daha büyük bir yapıdan, yani ümmetten koparma niyetlerini de gizlememişlerdi. Shoshana Keller’in 2001 yılında yayınlanan To Moscow, Not Mecca: The Soviet Campaign against Islam in Central Asia, 1917–1941 (Mekke’ye değil, Moskova’ya: Orta Asya’da İslam karşıtı Sovyet Seferberliği, 1917–1941) isimli kitabı Sovyetlerin bu topraklarda İslâm’ın varlığını silmek için ne gibi teşebbüslerde bulunduğunu gözler önüne serer.