Bugün bir gazetedeki haberin başlığını görünce içim sızladı: “Emin Barın koleksiyonu müzayedeye çıkıyor.” Haberin üstündeki fotoğrafta bildiğim bir duvar var, daha doğrusu güzel hatlarla dolu bir müze yahut sergi salonunu andıran büyük bir cephe, önünde de Emin beyin oğlu, yine tanıdığım Tevfik bey… Ben mi tarih olmuştum yoksa hattatların çok severek yazdıkları dünyanın fâniliğini vurgulayan levhaların yüklü olduğu “fenâ vapuru” zaman deryasından demir mi almıştı?
Gemiler geçmeyen bir ummana doğru…
İçimdeki sızıyı ve hayıflanmayı dindirmek için “lâ havle” tesbihine sarılmam yetmezdi, böyle tam mânasıyla “mütereddit”, yani gel gitlerle dolu zamanlarda sübha-i mercan ne yapsındı!1 Zihnen bir yerlere gitmeliydim, geriye, hatıraların içine doğru bir yolculuk belki iyi gelebilirdi…
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin ciltleri o zaman devrin en iyi ve itibarlı ciltçilerinden birinde, Çemberlitaş’ta Köprülü Kütüphanesi’nin sokağındaki Barın Ciltevi’nde yapılırdı. Ansiklopedinin sadece cildinde değil her şeyinde bir kalite ve estetik arayışı hatta iddiası vardı o devirde. Kapak ve şömiz tasarımlarını üstat Bülent Erkmen yapmıştı. Vesile ve tesadüf bu ya, büyük hattat, klasik cilt ustası, Güzel Sanatlar Akademisi hocası rahmetli Emin Barın beyefendiyle (1913-29 Aralık 1987) tanışmamıza varan yolu ansiklopedi açmıştı. Yıl 1977. İlk gidişimiz Dergâh Yayınları’nın idare ve hesap işlerine bakan rahmetli Cahit Çollak’la olmuştu.
Hoca mütevazı ve babacan bir adamdı. Uzun boylu, yapılı… Ablak denebilecek yüzü hafif sarkmaya başlamıştı. Hal tercümesine bakıldığında dikkat çeken bazı hususlar var: 1913 Bolu doğumlu. Dedesi müderris, çocukken kaybettiği babası ise hattat, müzehhip ve ciltçi. Klasik sanatlara ilgisini; babasından hat meşketmiş, ortaokul resim öğretmeni Lütfi Nami beye borçlu. Nizamî hocaları arasında Kâmil Akdik ve Necmeddin Okyay gibi üstadlar da var.
Özel ciltler hariç cilthanenin işleriyle fazla ilgili değildi hoca. Girişte soldaki kendi odasında müşterilerle, dost ve ziyaretçileriyle, kimi yetişmiş kimi heveskâr talebeleriyle sohbet eder, bir taraftan da bir şeyler yazar, karalar, muhtemelen elini diri ve kıvamında tutmak için çalışırdı. Hattatlar için öyle derler; bir gün yazmasa elinin gerilediğini kendisi hissedermiş. Bir hafta yazmasa meslektaşları, bir ay yazmasa anlayan herkes…
Tam bir sanatkâr hocaydı, ticaretten ve para işlerinden, 7-8 kişinin çalıştığı bir işletmeyi ayakta tutacak kadar anladığını hiç zannetmiyorum. Patron hiç değildi. Mütekebbir, yanına yanaşılmaz bir hoca da… Birkaç özel iş, hediyelik / diplomatik hususi ciltler, özel yazılar işletmeyi kurtarıyor olmalıydı.
Devamı Derin Tarih Mart Sayısında…